Burgess Anthony – Otomatik Portakal

Aylak aylak, ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmeden yürüdüm sokaklarda bir süre kardeşlerim. Yanımdan geçen serseri, kötü yürekli gençler durup durup üstüme başıma bakıyor, cık cık cık cık edip güle oynaya yollarına devam ediyorlardı. İçeride geçirdiğim iki yıl giysileri bambaşkalaştırmıştı. Bir an önce karanlıklardan, sokak süprüntülerinin arasından kurtulup kafamı dinleyecek bir yer bulmalıydım. Köşe başında otobüse binip göbeğe indim. Oradan da MELODİ plak dükkânına yürüdüm. Yıllardır paracıklarımı bir bir sayıp tezgahın üzerine bıraktığım plakçı dükkanında büyük bir değişiklik gözüme çarpmadı. Kel kafalı, çiroz Andy’yi gözlerimle aradım. Her zamanki gibi önümde yerlere değin eğilmesini bekliyordum. Ne var ki Andy’yi bir türlü bulamadım. İçerisi ana baba günüydü. Küçük kızlar, oğlanlar kafalarını sallıyor, ha babam tepiniyorlardı. Günün modası bir şarkı tüm hoparlörlerden odaya fışkırıyor, zıpırları zevklendiriyor, benimse kulaklarımı tırmalıyordu. Tezgâhın arkasında zayıf, genç biri parmaklarını şaklatarak müziğe uymaya çabalıyordu. Yüzü sivilceli, ergenlik çağına yeni pasaport almış oğlanın karşısına geçip durdum. Başını kaldırıp bakmadı bile. Kendinden geçmişti zıpır. Öksürdüm. Lütfedip kafasını kaldırdı.

-Mozart’ın 40 numarasını dinlemek istiyorum…- dedim.

Aklıma “kırk numara”nın nereden geldiğini bilmiyorum. Öyle gelivermişti işte.

-Ne kırk’ı kardeşim?- diye sordu oğlan.

-Senfoni. Senfoni…

-Oooooo…- dedi saçı başı birbirine karışmış bir delikanlı bozuntusu. –Seeee foniyyaaa istüüüü… Ha ha ha ha, ha ha ha… Ne kadar ne kadar komik, gülünç, eğlendirici!

                Sinirlenmeye başlıyordum yavaş yavaş. Ne var ki hastalığımı düşünerek kendimi frenlemeye çalıştım. Tezgahtara dönüp tatlı tatlı sırıttım; tepinen deli bozuğa da gülümsedim, göz kırptım.

                -Sen şu köşedeki bölmeye gir, kulaklıkları tak, dilediğini çalarız aslanım.

                Hiç ses çıkarmadan bölmeye girdim. Ne var ki tezgahların çaldığı Kırkıncı Senfoni değildi. Mozart’ın Prague’ını koymuştu pikaba. Raftaki Mozart’lardan birine uzanıp çalmaya başlamıştı bilgisiz dürzü.

                İçimden taşan bir öfke tüm benliğimi kaplamaya başlamıştı. Aslında unutmamam gereken bir şeyi tümden unutmuştum. Doktorlar bana o filmleri izlettirirken hep Mozart, Beethoven, Bach çalıyorlardı. Müzikle filmler arasında ilinti kurduğumda midem bulanmaya, ağrılar, sızılar içinde kıvranmaya başladım. Özellikle o nefretlik Nazi filmi aklıma geliverdi. Orada Beethoven’ın Beşinci Senfoni’sini çalmışlardı. Mozart’ın mutluluk dolu senfonisi gözlerimin önünde o adi filmlerin canlanmasına neden oldu. Soğuk soğuk ter dökmeye başladım. Bölmeden çıkıp dışarı fırladım.

                -Keh, keh keh…- diye güldü arkamdan tezgahtar.

                Sokağa çıkınca derin derin soluk alıp verdim. Hastalığım geçiyordu yavaş yavaş. Köşeyi dönüp Korova Sütbarı’na girdim. Beni ancak büyük bir bardak bıçaklı süt paklardı.

                İçeride kimsecikler yoktu. Sabahın bu saatinde herkes uykudaydı zaten. Gece kuşları gündüz uyur gece azar! İçerisi değişmişti. Duvarlarda mööö’leyen ineklerin resimleri vardı. Tezgahın ardındaki adamı ilk kez görüyordum. Acemiydi galiba.

                -Bıçaklı süt.

                Ne dediğimi hemen anladı. Bardağı doldurup bana uzattı. Korova’nın dört bir yanında küçük bölmeler, odacıklar vardı. Bunların kapıları yoktur ama kırmızı bir perde çılgın gençlerle ilişkinizi kesebilir. Büyük, deri koltuğa gömülüp sütümü yudumlamaya koyuldum. Bardağın dibine vardığımda duygularım törpülenmiş, düşlere dalmaya hazırlanmıştım. Gözlerim birden kanser paketinin içinden çıkan yaldızlı kâğıda takıldı. Burayı süpüren adamın temizlikle ilişkisi olmadığından her yer çöp doluydu. Yaldızlı kâğıt gümüş rengiydi. Büyüdü, büyüdü, büyüdü. Pırıl pırıldı. Gözlerimi kıstım. Baktım. Güneş amca odacığa girmişti sanki. Yerimden kalktım. Havalandım. Bölmeden çıkıp barın içinde döndüm dolaştım. Kapının üzerindeki pencereden bir duman gibi süzüldüm kent sokaklarına. Çok kalmadım bu lanetli kentte. Dünyayı dolaşmaya koyuldum. Evreni kapladım. Deniz oldum. Yıkadım tüm yaratıkları. Akça pakça oldular. Tertemiz, pırıl pırıl oldular. Günahlarını temizledim. Düşünürlerin beynini yıkadım; orospuların apış arasını temizledim; bebeklere süt verdim; tüm genç kızları yanaklarından öptüm; koltukları tuttum, sarstım, siyasileri düşürdüm yerlere.

                -İşsizler, güçsüzler. Zavallılar, yoksullar sizi, bitip tükenmeyen acılarınızdan kurtarmaya geldim!- diye haykırdım dağ tepelerinden.

                Renkler birbirine karıştı. Parlak, donuk, çığırtkan, sessiz renkler. Kimse böylesine muhteşem bir renk cümbüşünün ortasında kalmamıştır. Mavilerin, sarıların, kırmızıların, siyahların, beyazların oluşturduğu bir yelpazenin ortasından heykeller çıkıp büyümeye başladılar. Beyaz sakalları göbeğine değin uzanan Koca Yahudi; misket gözlü, fırça bıyıklı, apış arasında gamalı haç çizilmiş Avusturyalı onbaşı; kel kafalı, kazma dişli, kara gömlekli makarnacı… Bu üçlünün ardından da Koca Tanrı, azizler, koca koca kanatlı melekler ilahiler söyleyerek ilerliyorlardı. Üzerime üzerime geldiler. Yaklaştılar yaklaştılar. Ezeceklerdi beni. Ellerime yüzümü kapadım. Bağırdım, haykırdım… Ve birden giysilerim, tüm organlarım dört bir yana saçıldı. Kollarım, bacaklarım, kafam… Cennetteydim. Heykeller bana bakıyorlardı. Kafalarını salladılar. Sırıttılar pis pis. Koca Tanrı sağ ve sol yumruklarını havaya kaldırdı. Makarnacıyla fırça bıyıklı sağına, Koca Yahudi’yse soluna koştular. Yumruklarını indirdi Koca Tanrı. Yer yarıldı. Üçü de gittiler iblisin yanına. Sonra ellerini çırptı Koca Tanrı. Azizlerden ikisi geldiler. Aaa, aaaa! Aziz değildi bunlar. Koca göbekli, haki rengi giysili, kel kafalı, badem gözlüydü biri. Diğeri de uzun burunlu, kovboy şapkalı. Gene kocaman yumrukları havalandı. Balyoz gibi indi beyinlerine. Yer yarıldı, onlarda gitti. Koca Tanrı bir kez daha çırptı ellerini. Diğer azizler geldiler. Bunların yüzleri sana, bana, ona benziyordu. Koca Tanrı’nın koluna girdiler. Birlikte uzaklaşmaya başladılar. Kocaman gümüş rengi ışık sönüyordu. Bense yavaş yavaş yerime indim havadan. Oturdum. Küçücük bölmedeydim. Önümde boş bir bardak…

                Demek ölüm tek gerçekti. Doğum ve ölümün dışında başka hiçbir şey gerçek diye nitelendirilemezdi. Benim yapacağım tek bir şey kalıyordu. Ölmek. Nasıl becereceğimi kestiremiyordum ne yazık ki. Küçük çantamda gırtlak kesen bıçağım vardı. Onu düşününce birden midem bulandı. Hele kesilen boğazımdan kanların akacağını aklıma getirince gözlerim karadı, her yanım ağrımaya başladı. Başımı ellerimin arasına alıp iyi şeyler, mutluluk dolu insanlar düşündüm. Ağrılar, sızılar yavaş yavaş geçmeye başladı; rahatladım. Bu öyküyü sizlere anlatan zavallı Alex’in uykusunda ölmesi, kimseyi rahatsız etmeksizin göçüp gitmesi gerekiyordu. Köşedeki Ulusal Kütüphane’ye gidersem en acısız biçimde yaşamıma son vermenin bir yolunu bulabilirim. Gözlerimi yeniden kapadım. (s.125-126-127-128)

Burgees Anthony (2019). Otamatik Portakal (çev. Aziz Üstel), İstanbul

Yorum bırakın

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑