Nadler Steven – Mümkün Dünyaların En İyisi

Platon’un ilk diyaloglarından birinde, Sokrates şehir devletindeki gençlerin ahlakını bozduğu suçlamasıyla yargılanmak üzere Atinalılar meclisine yürür. Yolda, kendisi de öz babasına cinayet suçlamasıyla açtığı davayı izlemek üzere mahkemeye gitmekte olan, çocukluk arkadaşı Euthyphro’ya rastlar. Euthyphro ısrarla, bir adamı öldürdüğü için, babasının cezalandırılmasının doğru olduğunu ve dinin de bunu gerektirdiğini söyler. Sokrates, Euthyhpro’nun olaya hesapsızca ve ele aldığı olayın ahlaki niteliği hakkında yeterli bilgisi olmaksızın yaklaşmış olabileceğinden kaygı duyar. Euthyphro’nun babasının infaz edilmesinin dinen gerekli bir eylem olduğuna inanmakta haklı olup olmadığını belirlemek için, Sokrates ondan dinselliğin tam olarak ne anlama geldiğini anlatmasını ister; çünkü eğer dinselliğin ne demek olduğunu bilmiyorsa, yaptığı şeyin de dinin gereği olup olmadığını kesin olarak bilemeyecektir. Sokrates’in talebini yerine getirebileceğinden gayet emin olan kibirli Euthyphro, dindarlığın basitçe tanrıların neyi sevdiğine bakarak tanımladığını söyler. “Tanrıları memnun eden şey dine uygundur ve onların hoşuna gitmeyen şeyse din dışıdır.”

                Sokrates, bir şeyin sırf tanrılar onu seviyor diye dine uygun olduğu iddasını kabul edemiyor. Ona göre, tam tersine, tanrılar, genel olarak rasyonel varlıklar olduklarından, bir şeyi yalnızca o şeyin bazı özelliklerini takdir ettikleri, o şeyin bazı özelliklerinin o şeyi onların sevgilerine layık kıldığı için severler. Tanrılar gönüllerine estiği gibi sevgilerini bir şeye, olmadı başka bir şeye yöneltmezler; aksine, onlar bir şeyi yalnızca onu sevmelerini gerektirecek bir neden olduğu için severler. Dolayısıyla Sokrates’in ısrarla belirttiğine göre, tanrıların sevip sevmediğine göre belirlenmekten uzak olan dinsellik, bütün dinsel şeylerin paylaştığı ve onları dinsel yapan bir vasıf ya da bir dizi vasıf tarafından belirlenmelidir. Sonunda Euthyphro’nun da ikna olduğu üzere, bir şey tanrılar onu sevdiği için dinsel olmaz; tersine, tanrılar yalnızca onun dinsel olduğunu gördükleri için bir şeyi severler.

                Bu diyalogdaki felsefi mesele, bir şeyin tanrılar tarafından sevildiği için mi dine uygun olduğu; yoksa tanrıların o şeyi o kendi başına dine uygun olduğu için mi sevdiği meselesi Euthyphro Problemi olarak bilinir. En önemli değerlerimiz nesnel olarak şeylerin doğası temelinde mi en değerlidir; yoksa öznel olarak belli bir otoritenin tercihleri yüzünden mi? Meseleyi Batılı dini geleneğin aşina olduğu terimlerle ifade edecek olursak: Tanrı bir şeyi o şeyi iyi olduğu için mi yapar ya da yaratır; yoksa o şey Tanrı onu yaptığı için mi iyidir? İncil, yaratılışın her gününde Tanrı yaptığını inceler ve “Onun iyi olduğunu gördü” der. Ama Tanrı onun içkin olarak iyi olduğunu bildiği için mi o şeyi yaratmayı seçti? Yoksa sırf Tanrı onu yarattığı için mi Tanrı’nın yarattığı iyidir? Bunu bir başka şekilde de sorabiliriz: Eğer Tanrı tümden farklı bir şey yaratmış olsaydı, o zaman da şey mi iyi olacaktı?

                Felsefe, teoloji, ahlak ve politikanın merkezi soruları bu ikilemin nasıl çözüldüğüne bağlıdır. Eğer Euthyphro haklıysa ve bir şey sırf Tanrı onu seviyor diye iyiyse, o zaman iyilik, bir çok başka değerle birlikte, son tahlilde keyfi ve öznel bir meseledir. Tanrı neyi severse, o sırf bu nedenden dolayı dine uygun ya da iyidir. Dine uygunluğun ya da iyiliğin, Tanrı’nın iradesi ya da beğenisinden bağımsız, nesnel ve akılcı olarak şu ya da bu biçimde Onun sevgisini kazanabilecek bir ölçütü olamaz. Bunun nedeni, hiçbir şeyin kendi başına iyi ya da doğru (ya da hakiki ya da haklı ya da dine uygun ya da güzel) olmamasıdır; bir şey olduğu şeyi ancak Tanrı’nın tercihi onu öyle belirlediği için olur. Buna karşın, Sokratik görüşe göre, dine uygun ya da iyi olan şey Tanrı’nın (ya da herhangi bir rasyonel failin) neyi sevdiğinden ya da arzuladığından ya da düşündüğünden bağımsız olarak öyle olduğundan dolayı, belli şeylerin iyi olduğunu açıklayan ya da tespit eden evrensel, nesnel bir ölçüt vardır. Bu iyi işler, aklını kullanan varlıkların (Tanrı da dahil) taraf olacağı şeylerdir.

                Felsefe tarihinde, az sayıda düşünür mutlak ilahi iradecilik yolunda Euthyphro’yu izlemiştir. Çoğu her şeyden önce Tanrı’nın mucizesini ve kudretini açıklamakla ve savunmakla ilgilenen son derece dindar birer teolog olan ortaçağ filozofları bile genellikle Tanrı’nın iradesinin bütün değerlerin ve ölçütlerin, bütün iyiliklerin, güzelliklerin ve doğruların yegane kaynağı olduğunu söylemez. Aguinas gibi Yüksek Ortaçağın tipik bir filozofu, Tanrı’nın yollarının nesnel bilgeliğine ve zekasına, ebedi ve yaratılmamış değerlerden beslenerek ilahi iradeye rehberlik eden ve güdülenim sağlayan ilahi akla vurgu yapar. Tanrı yaptığını yapar çünkü onu yapmanın iyi olduğunu görür; yalnızca onu yapmayı seçtiği için o iyi değildir.

                Tanrı’nın iradesinin böylesine değerden bağımsız oluşu kaçınılmaz olarak Tanrı’nın gücüne sınırlar koyar. Ortaçağın neredeyse bütün felsefi teologları açısından, Tanrı’nın yapabileceği sonsuz çok şey olmakla birlikte, yapamayacağı birçok şey de vardır. Bu düşünürler genellikle Tanrı üzerinde –nesnel, bağımsız ve ebedi iyilik, akılcılık ya da doğruluk kurallarının koyduğu ahlaki, metafizik ya da en azından mantıksal- öncel bazı sınırlamalar olduğunu düşünürler ve yürüttükleri felsefi çalışmaların (tartışmaların) büyük bir kısmı bu sınırlamaların tam olarak neler olduğunu tespit etme çabasından oluşur.

                Aguinas sorunu gayet iyi tespit etmiştir: “Hepsi ortak olarak Tanrı’nın her şeye gücünün yettiğini kabul eder. Ancak bu her şeye gücü yetmenin tanımını yapmak görünüşe göre pek kolay değildir. Çünkü Tanrı’nın her şeyi yapabileceği söylendiğinde, [‘her şeyin’] uzanımının neyi içerdiği kuşkulu olabilir.”

                Tanrı tam olarak ne yapabilir? Açıktır ki, Tanrı fiili olarak yaptığı her şeyi yapabilir. Tanrı’nın gücü kesinlikle bu dünyada meydana gelen sıradan bütün olaylara uzanır. Bu olumsal olgular ilahi olarak kurulmuş olayların normal seyrini oluşturur ve bazı ortaçağ teologlarının Tanrı’nın takdir gücü dedikleri şeyin bir parçasını ifade eder. Bu, Tanrı’nın yaratılışta kendini bağladığı şeylerin düzenidir ve fiziksel cisimlerin yasaya uygun davranışını ve insan ruhunda tezahür eden bildik olayları ihtiva eder. Tanrı’nın gücü olabilecek her olağanüstü olaya da uzanır. Doğal düzenin ihlali olarak anlaşılan mucizeler de Tanrı tarafından üretilmiştir. Böylelikle, sırf işlerin gidişatının doğanın yasalarının aksi yönünde olduğuna bakıp Tanrı’nın bunu yaratamayacağı anlamını çıkaramayız. Eğer Tanrı’nın gücünün sınırları varsa, bunlar doğal dediğimiz şeylerin koyduğu sınırlar değeildir.                 Bu sınırlamalar fiili olmanın koyduğu sınır da değildir. Sırf bir şey hiç olmadı ve asla olmayacak diye, Tanrı’nın gücünün onu oldurmaya yetmediğini söylemek doğru olmaz. Hiçbir zaman doğal olarak ya da mucizevi olarak gerçekleşmeyecek çok sayıda ihtimal vardır; ama bunlar da pekala Tanrı’nın yetilerinin ötesinde değildir. Tanrı başlangıçta tümden farklı bir düzen yaratabilirdi; Leibniz’in terimleriyle ifade edecek olursak, Tanrı tümden farklı bir başka mümkün dünya yaratabilirdi. Tanrı’nın ne yapabileceği ya da neyi yapmaya gücünün yetebileceği Tanrı’nın mutlak gücü ya da iradesi olarak bilinen bir şeydir. Eğer Tanrı’nın takdir gücü, Onun dünyaya hükmetmesinde, Onun fiili olarak tayin ettiği şeylerin yasalarında ve düzeninde ifade edildiği haliyle Tanrı’nın gücüyse, o zaman Tanrı’nın mutlak gücü Onun, halihazırda yaratmış olduğu düzene bakılmaksızın, teorik olarak yapması mümkün olan ne varsa onu temsil eder. (s.259-260-261-262-263-264)

Nadler Steven(2015). Mümkün Dünyaların En İyisi (çev. Abdullah Yılmaz), İstanbul

Yorum bırakın

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑