
Ortaçağ yükünü Cumhuriyet’e kadar sürükleyen medresenin ortadan kalktığı, Halifelik ile Şeriye Vekaleti’nin de kaldırıldığı bu tarih, bütün Atatürk devrimlerinin gerçek başlama yılıdır. Bu devrimler ancak önyargılardan, boş inançlardan arındıran özgür bir düşünme ortamında oluşabilir, yerleşebilirlerdi. Bu önkoşulu Atatürk şöyle dile getirir:
“Şimdiye kadar ulusun beynini paslandıran, uyuşturan ve bu istekte bulunanlar olmuştur. Herhalde zihinlerde bulunan bütün boş inanlar tümüyle atılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça, beyne gerçek aydınlıkları aşılamak olanaksızdır.”
Ancak bundan sonra yolunu aklın ışığıyla aydınlatan çağdaş uygarlığa yönelebilir ve “Ülkemiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ileriliklerin vakit yitirmeksizin yayılması ve gelişmesi” gereğini yerine getirdikçe, onun içinde yerimizi alabilirdik. Bu da yeni bir insanı yetiştirmekle, yani çağdaş bir eğitimle olabilir:
“Görülüyor ki en önemli en verimli ödevlerimiz, öğretim ve eğitim işlerimizdir. Bu işlerde ne yapıp yapıp başarıya ulaşmamız gerektir. Bir ulusun gerçek kurtuluşu ancak bu yoldadır.”
Devrimlerin biçimlendireceği o yeni insana bilginin ışığını ulaştırıp onu insanlık onuruna yaraşır bir yaşam için eğitecek öğretmenlere, ülküsünün bu gerçekleştiricilerine Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın bitmesinden hemen sonra, 22 Ekim 1922’de Bursa’da şunları söylüyordu:
“Ordularımızın kazandığı zafer, sizin eğitim ordularınızın zaferi için yer açtı, yolu hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak, siz koruyup sürdüreceksiniz. Bunu başaracağınızdan kuşkum yok. Sarsılmaz bir inanla ben ve bütün arkadaşlarım sizi gözeteceğiz, sizin karşılaşacağınız bütün engelleri kıracağız.”
Bu sözlerde vurgulanması gereken, askeri bir zaferle uygarlık değerlerini yaratma arasında, bu iki kavram arasında kurulan bağıntıdır. Ordularla kazanılan bir zafer ancak yol açıcıdır, yalnız bir araçtır. Gerçek zafer ise öğretmenlerin oluşmasına aracı olacakları uygarlık yolundaki başarılardır: Gerçeğin sırlarını çözmek, yasalarını ortaya çıkarmak, insanoğlunun bilim ve sanattaki yaratıcılığına yolları açmaktır; ülkeler fethetmek değil. Bu anlayışını Atatürk 1923 yılında İzmir’de Türkiye 1. İktisat Kongresi’ni açış söylevinde daha açık, daha somut bir biçimde dile getirmiştir:
“Fatihler Türk Ulusunu peşlerine takarak kılıçla ülkeler alırken, kılıç sallayıp dururken ele geçen ülkelerin halkı kazandıkları bağışlar ve ayrıcalıklarla sabana yapışıp toprak üzerinde çalışıyorlardı. Kılıçla toprak alanlar sabanla toprak işleyenlere yenilmek ve sonunda yerlerini onlara bırakmak zorundadırlar. Osmanlıların başına gelen de budur işte! Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, güçlenmişler, bizim ulusumuz da böyle fetihlerin arkasında sergerdelik etmiş ve kendi yenik ve bitik düşmüştür. Bu, bir gerçektir ki tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde böyle ola gelmiştir. Nitekim Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi yerleşivermiştir. Bu uygar sabanla dövüşçü kılıç savaşmasında en son kazanan saban olmuştur. Saban Kanada’yı kılıcın elinden almıştır. Kılıç kullanan kol yorulur, er geç kılıcı kınına koyar ve kılıçta kınında paslanır gider, ama saban kullanan kol gün geçtikçe daha da güçlenir, güçlendikçe de daha çok toprağı alır ve işler.
Burada kılıç ve saban simgeleri karşılaştırılıyor ve sonunda toprağı bayındır ve verimli kılarak değer yaratan saban üstün geliyordu.
Alıntılar yapılan Atatürk’ün bu iki söylevinden ilki (Bursa) 1922, ikincisi (İzmir) 1923 yılında söylenmiştir. Bu yıllar da O’nun çağdaş Türkiye’yi kurmak işine girişmesinin hemen başlangıçlarıdır. Daha işin başında kültüre verdiği üstün değeri, kültür değerlerinin sürekli ve daha güçlü oldukları inancını Atatürk ömrünün sonuna kadar tutarlı olarak sürdürecektir. Askerlikteki bu üstün yetenek, kendisinin ileri sürmüş olduğu “Yurtta barış Dünyada barış” ilkesine de yaşamı boyunca bağlı kalacaktır. Ulusal Ant sınırları dışındaki – düşseli de içinde – her türlü serüvenden uzak uzak duracaktır. Onu hep sivil giyinmiş olarak, Sarayburnu’nda halka yeni harfleri öğretirken, fakülteler açarken, arkeolojik kazılar düzenlerken, Halkevleri’ni kurarken, tiyatro yapıtları yazdırırken, operalar besteletirken, ilerideki konservatuvarın çekirdeğini oluştururken, Resim-Heykel Müzesi’ni kurarken, Tarih ve Dil kurultayları düzenlerken, arkasından Tarih ve Dil kurumlarını kurarken, ölümünün yaklaştığı günlerde bile dil ile uğraşırken; kısaca, işe başladığından son gününe değin, Atatürk’ü sürekli bir kültür yayıncısı rolünde görüyoruz. (s.61-62-63-64)
Gökberk, Macit (2018). Aydınlanma Felsefesi Devrimler ve Atatürk, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul.
Yorum bırakın