
Bitimsiz bir neşeyle çökkünlük arasında duyarlılık ve aykırılık
“İnsan yüzünün üzerini bir sis kaplamalıdır. Tepeler bildiğimiz dünyada olduğundan daha yüksek ve uzaklar daha mavi olmalıdır.”
Virginia’nın ilham aldığı kişilerin başında gelen ressam kız kardeşi Vanessa, onu, yazı yazdığı o meşhur koltuğunda yüzü silik bir şekilde resmetmişti. Onun yüzünü, bu meşhur resimde, bir hayal bulutunun gölgelediğini düşünebiliriz. O her zaman düşünceleri ve hayalleri ile baş başaydı. Şimdilerde, hayal etmenin anlamsızlaştırıldığı günümüz koşulları ile tezat oluşturacak şekilde, gerçeğe bakan gözlerinin perdesi bile hayallerle doluydu.
“Bu dinginlik anımda, diğer her şeyi aşındıran memnuniyet anımda, sürüp gittikçe, belirdikçe, parlak ışık çemberinin ötesine çekilen gelgitin iç çekişini, bu delice öfkenin gürleyişini duydum. Müthiş huzurlu bir an yakaladım. Bu, belki de mutluluktur.”
“Şimdi” nin bahçesinden mutluluğu biçiyordu Virginia. Onu çoğu zaman adeta bir tefekkür halinde yakalıyorduk. Üstelik, içinde bulunduğu ana tüm dikkatini vererek o anla bir bütün oluşu ile, rüya benzeri, gerçeğin silikleşerek değişebildiği bilinçsizlik hallerinin yer değiştiriyor oluşu, onun farkındalığının gücünden hiçbir şey eksiltmiyordu. Gerçeğin silikleştiği anlar da onun ruhunu ve yaratıcı gücünü en az en bilinçli olduğu anlar kadar besliyordu. Bilinç akışı (stream of consciousnees) tekniğini kullanmayıseçmesi –onun bu tekniği yalın olarak kullanmadığı, izlenimleri oldukları gibi değil seçerek, düzenleyerek aktardığı da göz önünde bulundurulur- bu yüzdendi. Çünkü insan bilinci sarsıntısız, sorunsuz düz bir anlatım ile ifade edilmemeliydi. Zihnimiz sürekli olarak üst üste binen imgelere, fikirlere maruz kalırken, deneyimlemediğimiz şekilde düzgün bir anlatı tercih etmek yerinde olmazdı.
“Ve her an bu acı veren ışığı, varoluşun bu koyuluğunu odanın içine pompalıyor gibi görünüyordu, şeyler böylece olağan işlevlerini yitiriyorlardı- bu bıçak ağzı yalnızca yanıp sönen bir ışık, kesmeye yarayan bir şey değil. Normal, hükümsüz kılınmış.”
Normalin karşısında olması bakımından anormal (normal dışı, abnormal) öteden beri tarihsel, sanatsal bir öneme sahip olup, ayrıksı (patolojik) oluşu ile de klinik bir meseledir ve yine ve yine klinik olarak her zaman tartışmaya açıktır. Virginia’nın bu ayrıksı hali onun varoluşundan ayrı düşünülemezdi, ayrıksı olan hiçbir şey varoluşun kendisinden ayrı değerlendirilemezdi. Zaman zaman gerçeğe bakan gözleri ile gerçeklik arasına bir hayal perdesi iniyor gibiydi. Virginia’nın, artık aşina olduğumuz iki uçlu ruh halini, çökkünlük anlarının izdüşümünü kolaylıkla yakalayabiliyorduk.
“Oysa, üzerine aptalca kürsülerimizi inşa ettiğimiz bu gürleyen sular, ‘Ben buyum, ben şuyum’ gibi yapmacık söylemleri kanıt gösterip ağzımızdan kaçıveren, konuşmaya çalışarak ayağa kalkıp dile getirdiğimiz vahşi, zayıf ve tutarsız yakarışlarımızdan daha sarsılmaz. Söylev sahtedir.”
Dile getirildiğinde her şey bozuluyordu. Nesneler bile, normal işlevlerini yitirebiliyor, değişmez bir niteliğe sahip olamıyorken; aldığı her nefesle, çürümeye, bozulmaya biraz daha yaklaşan, duyu algıları ile her an dış dünyaya maruz kalan ve ondan etkilenen, sonsuz yaratıcı ve yıkıcı fikirlere sahip, sürekli bir değişime acık şeyler olarak insanların, “Ben buyum” diyebilmesi, elbette yanlıştır.
Ruhun seli, bir yana eğilir ve oraya doğru akar.”
Hepimizin başlangıçta yaşamsal öneme sahip olmayabilen belirli eğilimlerle dünyaya geliriz –sahip olduğumuz tüm niteliklere belirli eğilimler olarak bakmak akıllıca olabilir. En kalıcı olabilecek özelliklerimiz bile, cinsiyetimiz bile, yalnızca bir eğilime işaret eder. Bütün eğilimlerimiz de, hem zihnimizde hem bedenimizde kendi karşıtı ile birlikte var olmaya devam eder. Bu karşıtlığı kabul etmeli ve yüceltmeliyiz, mutluluğun bile mutsuzluk ile işbirliği içinde var olabileceğini kabul etmeli, alışkın olmadığımız, nadiren karşılaştığımız olgulara, normalin çok üstünde, en nadide olabilecek özelliklere, deneyimlere bile –aşka örneğin, katışıksız, yoğun bir sevgiye ya da –bir patoloji atfetmekten vazgeçmeliyiz. Hatta belki de, karşıtlıkları bizim kadar görmezden gelmeyen, kendi sivri uçlarını törpülemeyen, onları oldukları haliyle hayatlarına kabul edebilenleri bazen, bize nazaran daha otantik olarak kabul etmemiz gerekir; Virginia’mızı örneğin. Kimse deneyimlememiş midir, duygu durumundaki şaşırtıcı geçiş hallerini? Bir cenaze töreninde, sevdiğini toprağa vereceği gün, bacaklarına dolanan ve bütün güzelliği ve içtenliği ile kendisine sevgi ile bakan, kendisini güldürmeye çalışan bir çocuğa gülümsememiş midir? Bir anlığına, göğe ya da yanı başındaki çiçeğe yüzünü döndüğünde acısını o an için unutmamış mıdır?
“Yaşam keyifli. Yaşam güzel. Tek başına yaşamın süregelişi bile memnuniyet verici.”
Tek başına, olduğu gibi akıp giden hayat bile hoşnutluk verir bize. Modern hayatlarımızın gölgelediği bu doğal akışın en güzel örneği, muhtemelen kendi doğallığı içerisinde akıp giden nefesimizdir. İster sessiz sakin bir anda, ister şamatanın ya da acının orta yerinde bir an durup nefesimizi dinlemek bizi; keşişlerin sarhoş, deli bir maymun olmakla itham ettikleri zihnimizin karmaşasından kurtarır. Yaşıyor olduğumuzu, yaşamın bizzat kendisini ve bizim kendiliğimizi temsil eden nefesimizle baş başa kalabilmek bizi özgürleştirir. Kendimizle ve nefesimizle memnuniyetle baş başa kalabilmek bizi özgürleştirir.
“Bırakın da ihtişamın şarkısını söyleyeyim. Yalnızlığı veren Tanrı’ya şükürler olsun. Bırakın, yalnız kalayım. Bırakın da, gece ve gündüz, gece ve gündüz boyunca, un ufak bir nefesle değişebilen varoluşun bu örtüsünü fırlatıp atayım. Burada oturmaya başladığımda beri değişiyorum. Gökyüzünün değişimini izledim. Bulutların yıldızları örttüğünü, sonra onları özgür bıraktığını, sonra yıldızları yeniden örtüğünü gördüm. Artık değişimlerine daha fazla bakmıyorum. Şu an beni hiç kimse görmüyor ve ben artık farklılaşmıyorum. Yalnızlığı veren; bakışın üzerindeki baskıyı, bedenin taleplerini, yalanlara ve ifadelere olan ihtiyacı ortadan kaldıran Tanrı’ya şükürler olsun.”
Duyu algısının bile parçalanabileceğine şahit oluruz, bütünlüğe ve birliğe varabilmek için, önce parçalanmış olana ve çokluğa döneriz yüzümüzü. Bir kokunun içindeki bir notaya tutunup, gürültünün içindeki bir sese kulak verip, bir ormana bakarken tek bir yaprağın üzerine konup, bu fenomenler, görüngüler dünyasından, gerçeğin kendisine, parçalardan herhangi biri ile, bu parçalardan daha büyük bir anlam ifade eden şeye, parçaların toplamına, bütününe ulaşırız.
“Ben yalnız ve ölümlü bir varlık değilim. Yaşamım bir elmasın yüzeyinde bir anlığına parıldayan bir ışıltı değil. Ben toprağın altına eğile büküle iniyorum, bir gardiyanın hücreden hücreye geçerken taşıdığı bir lamba gibi. Yazgım, hatırlamak ve bir araya getirmek; ince, kalın, kopuk bir çok ipliği, uzun tarihimizin, çalkantılı ve değişken günümüzün göğüslediği acıları tek bir halat oluşturacak şekilde örmek.” (s. 48-49-50-51-52-53)
Woolf Virginia(2024). Yaşam bir düştür, uyanmak bizi öldürür. Destek Yayınları, İstanbul
Yorum bırakın