Alain Badiou- Siyasetin Böyle Sabahları da Olabilir*

8. Dünya, Varoluş, Yabancılık: Siyasetin böyle bir sabahı da olabilir

Genç Marx’ın yaptığı yeni siyasal özne tanımı ve sınıf mücadelesi ışığında, gizlenen, inkâr edilen, ayaklar altına alınan bir varoluşun –örneğin göçer proleterin varoluşunun olumlanıp burjuva düzene karşı örgütlenmesi gerektiği, siyasette temel bir nokta değil midir? Evet, öyledir. Fakat varoluşa ilişkin bu türden bir bildirim son kertede dünyaya dair tavır almak demektir. Sınıf mücadelesi çağdaş dünyaya dair tavır almadıkça örgütlü bir düşünce halini alamaz. Lenin “görevlerimizin” ancak “güncel durumu” bildirebilirsek kararlaştırılabileceğini hatırlatmıştı. Durum da hep dünyanın durumudur. Peki ama dünyaya dair bir bildirimde bulunmak, hele günümüzde, ne anlama gelebilir? Tamamen soyut ve sıradan ama çağımızda karşılaştığımız pek çok koşulun gündeme getirdiği bir örnek vereceğim. Bir dinin, örneğin Hıristiyanlık ya da Müslümanlığın varoluşa ilişkin bildirimlerini dünya ufkuna nasıl kaydettiğine bakalım. Bir din, özü gereği her zaman, iki dünya olduğu bildiriminde bulunur. Düşünce kategorisi olarak varoluş, dinlerde, iki ayrı dünyanın varoluşu konusunda kendisinin ne tarafa ağırlık vereceğine göre belirlenir. Bu ikiliğe is-ter “duyulur”a karşı “duyu-üzeri” ister “sonlu dünya”ya karşı “sonsuz dünya” isterse “ölümle son bulan dünya”ya karşı “cennet gibi dünya” diyelim, her koşulda hep iki

dünya vardır. İki dünyanın varolduğunu baştan ileri süren varoluşa ilişkin her türden değerlendirmeye “din” denip denilmemesi gerektiğini bile kendimize sorabiliriz. Bu seçimin birçok sonucu olacaktır. Örneğin, iki dünya varsa, ölürken varolduğumuzu söyleyebiliriz. Şehit figürünün de öteden beri en önemli özür dileme fi-gürü olması bundandır. Şehitlik yalnızca şunu demek: İki dünya olduğuna göre ölürken varolmayı doğrulaya-bilirim, birinde ölüyorsam bunun tek amacı vardır, o da ötekini fethetmek.’ Yoksa hiç anlamı olmaz şüphesiz. Dünyaya ilişkin iddialar konusunda ne durumdayız peki bugün? Bunu bilmek çok önemli zira malumunuz, geleneksel siyaset ya da devlet söylemi büyük ölçüde bize tüm varoluş iddialarının aslında dünyaya ilişkin olduğu-nu açıklamaktan ibarettir; yani bu söyleme göre, dünyanın dayatmaları öyle bir haldedir ki varoluş iddialarının kendileri birer dayatmadır. Öyleyse dünyaya dair öner-meler ile varoluş iddiaları arasındaki ilişki meselesinin güncel halini sorgulamak ilginç olacaktır. Bildiğiniz üzere çağdaş kapitalizm dünya çapında olmakla böbürlenir. Dünya ölçeğinde olması bir dönem eleştiri konusu olmuştu: Marx’ın dünya pazarı kuramını geliştirmekte olduğu dönemdi, zira siyasal iktisadın eleştirisi metanın küreselleşmesini yeni tekil bir hususiyet olarak ortaya koyuyordu. Bugünse kapitalizmin “küresel” niteliği tam aksine yazgısının varacağı nokta olarak bizzat kapitalizm tarafından övülüyor, her yer-de “küreselleşme”den, “globalleşme”den söz ediliyor. Dünyaya ilişkin tez de nesnel bir süreç içinde durumun küreselleştiği yönündedir. Bilirsiniz, bahsi geçen küreselleşmenin düşmanları “başka bir dünya” istediklerini söylerler. Onlara kalırsa başka bir küreselleşme mümkündür. Farklılaştırılmış bir küreselleşme isterler. Bu da

günümüzde dünyanın bedenlerin, söylemlerin, hakikatlerin ya da öznelerin yeri olmakla kalmayıp bir siyasal-ideolojik savaş konusu olduğunu kanıtlar. Soru şu olmalı: Hangi dünya? Bu soru oldum olası hep iki farklı soru barındırmıştır. Bir tane analitik ya da betimleyici soru vardır, kabaca şudur: “Hangi dünyada yaşıyoruz?” ya da “Dünya hangisi veya dünyalar hangileri?” Dünyaların tasvirinden sonra sıra geliyor normatif soruya: “Hangi dünyayı istiyoruz?” “Varoluşumuzu tam olarak hangi dünyada bildirmek istiyoruz?” Bu iki soru arasındaki bağ, yani var olduğu haliyle dünyadan var olmasını istediğimiz haliyle dünyaya nasıl geçileceği, varoluşa ilişkin iddiaların ufkunu oluşturan ya da buyuran dünyaya ilişkin iddialar açısından bakıldığında siyasetin en temel tanımı sayılabilir. Öyleyse başka dünyacılık, ekoloji, sürdürülebilir kalkınma, insan hakları savunusu, demokrasi, bu pratiklerin tümü siyasetleri şu anlamda tanımlıyor: Var olduğu haliyle dünyanın için-den var olmasını istediğimiz haliyle dünyaya ulaşabilmek için ne yapmalı?

Bugün, bir dünyanın varolduğunu söyleyebildiğimiz andan itibaren tüm bunlar görünüşte çok sarihtir. Peki gerçekten öyle mi? Bana kalırsa öyle değil. Günümüz-de, içinde bulunduğumuz ölçekte, yani insan cinsinin tarihsel oluşumu açısından “dünya” diye bir şey yoktur. Ekolojik mistiklerin zavallı “gezegen”i de bunun yerini alacak değil. En azından etkin bilinçlerde, gerçek dene-yimlerde, hâkim siyasetlerde iki dünya (mesela “demok-ratik” dünya ve “totaliter” dünya) hatta pek çok dünya (misal kendi küçük dünyalarına tıkılıp kalmış milliyet-çilikler) vardır. Dolayısıyla egemen siyasal mesele şu değildir: “İstediğimiz dünyayı, sevmediğimiz dünyanın içinde, o dünyaya karşı nasıl inşa edebiliriz?” Zira bu en

azından bir tezi paylaşdığımızı varsayar: istenen dünyanın birliğinin mümkün olduğu tezini. Ne kapitalist küreselleşmenin gerçek dünyası ne de gerçekleşen kömüreselleşmenin istenen dünyası bugün tek bir dünyanın dayanağı olacak varoluşsal seçimleri bir araya getirmeye yetiyor. Dünya varoluşa ilişkin sorunların ufkudur ama varoluşa ilişkin iddiaların düzensiz dağılışının dünyanın kendi-sinin varoluşunu sorgulanır hale getirdiği noktadayız. Bana kalırsa çağımızın ana sorusu şudur: “Nasıl yapar-da bir dünya var ederiz?” Yaşayan özneler dünyası diyelim buna. Zira gerçekte çok gibi duruyor böyle bir dünya. Varolan dünyanın, küreselleşmenin dünyasının yaşayan özneler dünyası, yani varoluş bolluğu yaşanan bir dünya olmadığını savunuyorum. Bu sadece nesneler ve parasal göstergeler dünyası, ürünlerin ve akışların serbestçe dolaştığı bir dünya. Bu küresel pazar dünyası aslında Marx’ın ta ne zaman öngördüğü bir dünyadır: Bencil hesabın soğukluğunun norm gereği varoluşun değeri olduğu dünyadır, sadece şeyler ve göstergeler ya da daha az metaforik bir ifadeyle metalar ve mali akışlar içeren bir dünya. Kendisi de belli ki parasal göstergeler ve nesneler-le norma bağlanmış bir toplumsal sınıflar sistemi ta-rafından birliği sağlanan bu dünyada, insan öznelerin özgürce varolması ve istenen bir dünyanın birliğini belirlemesi çok önemlidir. Öncelikle, ilkcee ama bazen de kanlı savaşlar yoluyla uluslararası bir “serbest ticaret” hukukunun kapsamı dahilinde yer alan metalar ve mali akışların aksine insan öznelerin çoğu, dolaşma ve diledikleri yerlere yerleşme gibi temel bir haktan kesinlikle mahrumdur. Sözde dünyanın, bu ürünler ve göstergeler âleminin erkek ve kadınlarının kahir ekseriyetinin, varoluşlarına güya birlik içindeki bu dünyadan hareketle bir norm getirmesi asla mümkün değildir. Bu dünyayı

ne gezip dolaşacak ne de orada kendi varoluşlarına yön çizecek haldedirler. Varoluşlarını bile fiilen bildirmeleri mümkün değildir zira aslında bu dünyanın içkin dışarısını oluşturan şeyin içerisini fiilen halde tıkılıp kalmışlardır. Nesneler ve göstergelerle tanımlanan bir âlemin için-de dışarısı nedir? Dışarısı denilen yer, pek az metanın olduğu, para dolaşımının genel anlamda bir avuç sömürücüyü ilgilendirdiği bölgelerdir. Madem dünya nesnelerin ve göstergelerin dolaşımıyla tanımlanıyor, meta olarak başka diyarlara gönderildikleri için nesnelerin az bulunduğu hatta hiç bulunmadığı, parasal göstergelerin de iskeleti oluşturan özel dolaşım ağlarında dolaştığı yerlerde, dünyanın kimliği bu dolaşımla tanımlandığından içerinin dış kısmında durma eğiliminde oluruz. Bu dünya-içinde-dünya-dışına tıkılıp kalma koşulu gayet somuttur. Bugün duvarların inşa edildiği çağdayız, biliyorsunuz. “Berlin Duvarı” yıkıldı, “Yaşasın Batı demokrasisi!” çığlıkları arasında Doğu Almanya nesneler ve göstergeler âlemine teslim edildi. Oysa gerçekte o zamandan beri dünyanın her yanında duvarlar inşa ediliyor. Bu dünyanın kendisinin temel etkinliğidir: Filistinlileri İsraillilerden ayıran duvara bakın, Meksikalıları Amerikalılardan ayıran duvara bakın ya da Afrikalıları İspanya’dan ayıran elektrikli duvara. Daha geçenlerde, bu olanlardan doğal olarak esinlenen İtalya’daki bir kentin belediye başkanı bu dünyanın dünyevi gereklerini kendi çapında açıklayarak kent merkezi ile banliyö ara-sına bir duvar çekmeyi önerdi. İyi fikir, böylece “toplu konutlardan gelen” o baş belası gençler sırf arabaları yakacağından emin oluruz! Sonuçta bu duvarlar yoksulların, başta da göçer proleterlerin, dünyanın dışında, kendi içlerinde tıkılıp kalmaları için inşa edildi. Oysa dünya orası.(s.87,88,89,90,91)

Badiou Alain(2022).Siyasetin Böyle Sabahları da Olabilir(Çev. Alp Tümertekin),Sel Yayıncılık,İstanbul.

Yorum bırakın

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑