
Hızlı
Şunu da hatırlatmak gerekir ki, az önce Hızlı hakkında çizdiğim portre; hiçbir şekilde, tarih öncesi devirde yaşayan, ikinci benin, yani Koca Diş’in çizdiği portre değildi. Çağdaş insan olan ben, rüyalarımın aracılığıyla ve Koca Diş’in gözleriyle görüyorum.
Geçmiş devrin birçok olayı için de durum aynıdır. İzlenimlerimle, okuyucularıma sergileyemeyeceğim kadar karmaşık bir ikilik var. Hikayemin bu noktasında, yalnızca bu ikiliğe, iki kişiliğimin hayret uyandıran karışıklığına işaret etmekle yetinmeyeceğim. Yüzyılların arasından, geriye bir bakış fırlatan, ikinci benliğim olan Koca Diş’in heyecan ve hareketlerini ölçüp biçen, bugünün insanı olan benim. Yalınlığın ta kendisi olan o, böyle karışık işlerle canını hiç sıkmıyordu. Hiç tartışmadan, yalnızca olayları yaşıyordu.
Çağdaş ben’in yaşı ilerledikçe, düşlerimin özünü daha derin kavrıyordum. Bir insan uykudayken, düşler ülkesine yolculuk yaptığını fark edebilir. Eğer rüya kötüyse, kişi kabus gördüğünü düşünerek kendi kendini avutacaktır. Bu, herkesçe bilinen ortak bir deneydir. Çoğu kez çağdaş ben de bu şekilde düşlerime süzülür ve garip ikiliğimin sonucu hem oyuncu hem seyirci olurdum. İlkel varlığımın akıl almaz aptallığı, mantıksızlığı ve salaklığı karşısında zaman zaman çağdaş ben kızmış, öfkelenmiştir.
Konu dışı değindiğim bu konuşmayı kapatmadan önce size şu soruyu sormak istiyorum: Düş içinde düş görmek başınıza hiç gelmedi mi? Atlar, köpekler ve tüm hayvanlar düş görürler, Koca diş’in zamanında da, insansılar düş görürlerdi ve kötü düş gördüklerinde uykularının arasında bağırırlardı. Çağdaş insan ben, Koca Diş’in yanında yattım ve onun gördüğü düşleri gördüm.
Bu doğrulama sağduyu sınırlarını hemen hemen aşıyor gibi, bunu biliyorum; fakat benzeri bir olayın başıma geldiğine de kesinlikle eminim. Ve izninizle şunu da söyleyeyim, Koca Diş’in kanatlılar gibi uçtuğu ya da sürüngenler gibi süründüğü bu kısacık düşler, Koca Diş’e göre kendi varlığı kadar,size göre de boşluktan düşme rüyası kadar canlıydı.
Koca Diş’in de aynı biçimde ikinci bir kişiliği vardı. Ve de Koca Diş uykudayken, düşler içindeyken, bu ikinci kişilik kanatlı sürüngenler, dövüşken ejderhalar devrine, hatta daha da gerilere, küçük memelilerin yaşantısına giderek ilk balçığa kadar uzanabiliyordu.
Daha fazlasını söyleyemeyeceğim, cesaret edemeyeceğim. Çünkü çok silik ve karışık olacak.
Yalnızca maymundan insana değil, fakat daha aşağılardan, yer solucanından hareketle hayatın evrimine bir bakış fırlatmış olduğum korkunç perspektifleri hatırlamakla yetineceğim.
Şimdi öykümüze dönelim: Ben, ilkel Koca Diş, Hızlı’yı hatları ince ve nazik, uzun kirpikli, delikleri aşağıya açılan düzgün burunlu –ki bunların bütünü güzellik eğilimleriydi – bir yaratık olarak ayırt edebiliyordum. Nedenini bilmemekle birlikte, onunla oynamak, birlikte yiyecek aramak ve küçük kuşların yuvasını bozmak hoşuma gidiyordu. Ağaca tırmanma sanatında, bana çok dersler verdiğini de itiraf etmeliyim. O, her zaman, her şeye karşı çok hazırlıklı ve çok güçlüydü, etekleri de hareketlerini engellemiyordu.
Bu sıralarda, zaman zaman Düşük Kulak hiç haber vermeden bizi terk etmeye başladı. Ardından da annemin oturduğu ağaç çevresinde oyalanmayı alışkanlık haline getirdi. Kötü kalpli kız kardeşime tutulmuştu. Sonunda Çenesi Düşük de onun oralarda dolaşmasına göz yumar olmuştu. Ayrıca öteki ağaçlarda, çevrede yaşayan tek eşli çiftlerin çocukları da vardı ve Düşük Kulak bunlarla da tanışmıştı.
Onların arasına karışmayı, Hızlı’ya hiçbir zaman kabul ettiremedim. Onların yanına her gidişte, Hızlı arkada kalıyor, sonra da ortadan yok oluyordu. Bir gün, benimle birlikte gelmeye kandırmak için çatlayıncaya kadar uğraşıp onu kandırmaya çalıştım.
Ama o, kaygılı bakışlarla çevresine bakındı, uzaklaştı ve bir ağacın tepesine çıkarak beni çağırdı. Sonunda baktım ki olmayacak, Düşük Kulak yeni arkadaşlarının yanına gittiğinde, ben geride kalmaya başladım. Hızlı ile iyi arkadaştık fakat ne kadar uğraştıysam da barındığı ağacı bir türlü keşfedemedim. Başka olaylar araya girmeseydi, çok geçmeden birleşeceğimiz apaçık ortadaydı. Çünkü o beni seviyordu, ben de onu seviyordum, ne var ki beklenmedik bir olay çıktı…
Hızlı’nın ortalarda görünmediği bir sabah, Düşük Kulak’la birlikte bataklığın yamacındaki ağaç kütüklerinin üzerinde oynuyorduk. Tam suya girdiğimiz sırada öfkeli bir çığırışla yerimizden hopladık. Kızıl Göz, dalgalanan tomruk yığını üzerine çömelmiş, kin dolu bakışlar fırlatıyordu bize. Duyduğumuz korku sınır falan tanımıyordu; bu sefer, dar girişli mağaramıza sığınmayı da düşünemezdik. Fakat bizi “iyi saatte olsunlar” dan ayıran sıvı element, güven kazandırıyordu ve böylece yeniden cesaretimizi topladık.
Kızıl Göz, kıllı göğsünü yumruklamaya başladı. Bizim kütükler ise yan yana yüzüyordu; bunların üzerine oturmuş, hakaretlere boğuyorduk onu. İlk başlarda gülüşlerimiz kırık-dökük ve korkuluydu, fakat Kızıl Göz’ün güçsüzlüğüne aklımız yatınca yüreğimize su serpildi. O ise öfkesinden kuduruyor ve biçare kızgınlığı içinde dişlerini gıcırdatıyordu. Hayali güvenliğimiz ise cüretimizi artırıyor, hasmımızın öfkesini körüklemeye iteliyordu bizi. Sürüdeki insanların fazlasıyla kıt görüşlü olduğunu eklemek de burada uygun düşer.
Birden, Kızıl Göz göğsünü yumruklamayı ve dişlerini gıcırdatmayı bir yana bıraktı ve kütüklerin üzerinden inerek kıyıya ulaştı. Bizim de neşemiz yerini korkuya bıraktı. Kızıl Göz, yapılan hareketi çabuk unutan biri değildi. Korkudan tir tir titreyerek başımıza gelecekleri bekliyorduk. Kürek çekerek kaçmak fikri aklımızın köşesinden bile geçmemişti. Kütükleri aşan Kızıl Göz eski yerine geldi, kocaman ellerinden biri, yuvarlak çakıl taşlarıyla doluydu. Neyse ki, daha büyük, örneğin iki üç kiloluk taşlar bulamamıştı; yoksa, ancak beş altı metre uzakta olan bizleri tam isabetle öldürürdü.
Ancak, atıldığımız tehlikede küçük değildi. Vınn… Bu sırada çakıllardan biri kurşun gibi havayı deldi geçti. Düşük Kulak’la birlikte bütün gücümüzle kürek çekmeye başladık. Bank! Arkadaşım acıyla bir çığlık attı. Taş, omuz arasına isabet etmişti. Tam bu sırada ben de menzile girdim ve çığlığı koyverdim. Bizi ancak Kızıl Göz’ün cepanesinin tükenmesi kurtarabilirdi. O, yeni taşlar toplamak üzere çakıl dolu kıyıya doğru atılırken biz, umutsuzluğun verdiği enerjiyle boyuna kürek çekiyorduk.
Yavaş yavaş atış menzilinin dışına çıkıyorduk. Kızıl Göz çakıl toplamaya devam ediyordu. Nitekim çok geçmeden yeniden kafamızın üstünde uçmaya başladılar. Bataklığın ortasında akıntı vardı. Heyecanımızdan ırmağa doğru sürüklendiğimizi fark etmedik. Kızıl Göz bize daha fazla yaklaşmak için kıyı boyunca ilerliyordu. Böylece daha büyük taşlar buldu ve giderek artan bir öfkeyle bize fırlatmaya başladı. Hemen hemen beş kiloluk bir taş tüm şiddetiyle benim bulunduğum kütüğe çarptı. Etkisi o denli büyüktü ki, iğne gibi incecik yirmi kadar kıymık bacağıma saplandı. Taş doğrudan bana isabet etseydi hiç kuşkusuz ölürdüm.
Birden ırmağın akıntısıyla sürüklenince iki misli güçle kürek çekmeye başladık. Akıntıya kapıldığımızı ilk fark eden düşmanımız olmuştu, çünkü bir zafer narasıyla aklımızı başımıza getirdi. Akıntının durgun suya kavuştuğu yerlerde bir dizi anafor bulunuyordu. Bu anaforlardan birine kapılınca, üzerinde bulunduğumuz ağaç gövdeleri bir o yana, bir bu yana, bir öne, bir arkaya savrulmaya başladı. Bunun üzerine kürek çekmeyi bırakıp, bütün gücümüzle yan yana tutmaya çalıştık. O sırada Kızıl Göz, çakıl taşlarını bir yandan yağmur gibi üzerimize yağdırırken, öte yandan da bizi öldürmekle tehdit ediyordu.
Gözleri yuvalarından fırlamış, vahşi sesiyle bizi küfürlere boğuyordu.
Bataklıktan kaynaklanan su akıntısı ırmağa kavuşuyor, ırmak ise dönemeç yapıyor ve ana akıntı karşı kıyıya doğru yöneliyordu. Hal böyle olunca bizde yukarıdan ve ırmağın sağ kıyısından uzaklaşıyorduk. Çok geçmeden Kızıl Göz’ün atış menzilinin dışına çıktık. Uzaktan fark ettiğimiz kadarıyla yüksek bir burna çıkmış Şimdi Düşük Kulak’la uğraşacağımız tek iş, ağaç gövdelerinin birbirinden ayrılmasını önlemekti. Artık kaderimize boyun eğmiştik, akıntıya kapılmış gidiyorduk. Kıyıdan yüz metre kadar ilerde olduğumuzu fark edince, ellerimizle, o yöne doğru kürek çekmeye başladık. Bu noktada, akıntı güneye yönelmişti. Bütün gücümüzü kullanarak akıntının en hızlı, aynı zamanda da ırmağın en dar olduğu yeri geçtik. Acaba mı, diye düşünmeye fırsat kalmadan sakin bir suda yüzmeye başladık bile.
Kütükler ağır ağır yollarını değiştirdi ve sonunda kıyıya yanaştı. Düşük Kulak ile birlikte kıyıya çıktık. Akıntıyla sürüklenen ağaçlarımız ırmağa inmeye devam ettiler. Üzüntüyle birbirimize baktık. Yabancı bir toprağa gelmiştik. Üstelik bataklıktan ayrılırken kullandığımız yolu izlemek de hiç aklımıza gelmiyordu.
Farkına varmaksızın o güne değin sürüdeki hiçbir insanın yapmadığı bir şeyi geçmesini öğrenmiştik. Kuzey kıyısına ilk ayak basan bizdik, sanırım, sonuncusu da öyle. İlerde başka insanlar da bunu başaracaktı, bu kesindi fakat Ateş Halkı’nın ve sürüde sağ kalanların göçü, gelişimimizi yüzyıllarca geciktirdi.
Aslında Ateş Halkı’nın göçünün neden olacağı yıkımın büyüklüğünü kimse bilemezdi o günlerde. Bana kalırsa bu olay sürünün yok olmasına yol açtı. İnsanlığa doğru uzanan ilkel hayat dalı, kendisini okyanusa kadar kovalanmış buldu ve orada uğuldayan dalgaların yanında eridi, yitti.
Geriye, bu yıkımdan nasıl kurtulduğumu anlatmak kalıyor. Neyse, kurguyu bozmayalım. Onları daha sonra anlatacağım. (s. 81-82-83-84-85-86-87)
London,Jack (2002). Ademden Önce,(Çev. Şevket Altın) MORPA Kültür Yayınları. Ş. İstanbul
Bir Cevap Yazın