İlya Ehrenburg – Dipten Gelen Dalga

İLYA EHRENBURG

DİPTEN GELEN DALGA

Dumas Stockholm’e gitti. Paris’ten sonra Stockholm’ü soğuk ve Dünya Komitesi toplantısı için buraya koşuşmuş insanların heyecanlarına karşı kayıtsız buldu. (Dumas şaka yollu –katakomb- diyordu buraya). Sokaklarda uzun boylu, mavi gözlü İsveçliler, dünyalarının dokunulmazlığını anlatmak istercesine sakin, acelesiz yürüyorlardı. Yerin altındaysa delegeler, savaş tehdidi altındaki dünya üzerine konuşuyorlardı. Aralarında zenciler, Kanadalı bir misyoner, Rus yazarları, Amerikalı bir ressam, İtalyanlar, Finliler, Almanlar vardı.

Frederic Joliot-Curie heyecanla okuyordu önündeki kâğıttan: -İnsanları yıldıran ve kitle halinde öldüren silahlar olarak atom silahlarının kayıtsız şartsız yasaklanmasını istiyoruz.-

Dumas için atom bombasının yasaklanması sorunu, son zamanlarda kafasını hep uğraştıran bir takım düşüncelerle sıkı sıkıya bağlıydı. Eskiden basit insanlar bilimi kutsar, yaşayışlarını kolaylaştırdığı için ona saygı duyarlardı. Gerçi eskiden de kolera salgınlarında mutsuz hastaların doktorlardan öç aldıkları, ya da dokumacıların, patronları değil, makineleri yoksulluklarının suçlusu sayarak fabrikaları parçaladıkları olmuştu; ama sis çabuk dağılmış, gerçek ortaya çıkmıştı… Gerçi, büyük buluşlar o zamanlar da bir avuç insanın zenginleşmesine neden olmuştu, ama insanlar çocuk ölümlerinin azaldığını, işlerinin daha kolaylaştığını ve bir kentten başka bir kente ulaşımın çok daha çabuk ve rahat olduğunu görüyorlardı. Hem insanlar kötü olanı değil, iyi olanı anımsamaya eğiniktirler, difteriyi Roux’nun, kuduzu Pasteur’ün yendiğini unutmadılar daha. Nasıl büyük bir hayranlıkla bakmıştı Parisliler gökyüzüne ilk uçağı izlerken! Oysa şimdi gitgide daha çok rastlanıyor insanların bilginleri lanetlemelerine; savaş denilen dehşetin suçlusu bilimmiş gibi geliyor onlara ve her yeni bilimsel buluş yeni bir yıkımı getiriyor onlarca. Ama bunun suçlusu bilginlerin kendisi belki de, çünkü bilim adamları arasında da öyle kariyeristler, öyle şarlatanlar var ki, her türlü çirkefliğe hizmete hazır olan bu adamlar, ilerlemeyi reddediyorlar, boş inanları destekliyorlar. Bazı antropologların, cahil bir onbaşıya milyonlarca suçsuzu öldürtebilmek için, insanlar arasında en önemli ögenin kan grubu ya da kafatası ölçüsü olduğunu ileri sürmeleri başka nasıl açıklanabilir? – Geopolitik – sözcüğü tek başına neyi anlatabilir? Günümüzde Vogt diye bir adam çıkabiliyor ve ciddi ciddi, dünya nüfusunun fazlaca arttığını, muhakkak yeni bir insan kıyımına gerek olduğunu ileri sürebiliyor. Ama, hiç şüphesiz, yalnızca şarlatanlardan oluşmuyor bilim dünyası. Atom enerjisi konusunda son derece dürüst, namuslu insanlar da çalışıyor. Frederic, örneğin, insanların tüm niteliklerini üzerinde toplamış bir kişi Mc Clay Amerikan fizikçileri arasında soylu, mert kimselerin de olduğunu söylememiş miydi? Ya Einstein?.. Onunla görüşüp konuşmuşluğum yok, ama inanıyorum ki büyük bir yüreği var. İstedikleri gibi çalışma olanağı vermiyorlar onlara, istiyorlar ki tüm buluşları bir tek şeye yönelsin: yok etmeye. Joliot-Curie atom enerjisinin barışçıl amaçlarla kullanılması için çalışmalarını sürdürebilir mi artık? Belçikalı bilim adamları bir gram bile uranyumları bulunmadığını söylemişlerdi bana, Belçika kongosunun bütün uranyumları bomba yapımı için Amerika’ya gidiyormuş. Eğer yüzyılımızın bu yüce buluşu barışçıl amaçlarla kullanılabilseydi, insan yaşamını buhar motorlarının ya da elektriğin değiştirdiğinden daha çok değiştirebilirdi. Bunun yok ediş için kullanılması ise insanlığı çok gerilere götürmekle tehdit ediyor. Bilim adamları için atom bombasının yasaklanması, hem uygarlığın kurtuluşu, hem de övünülecek bir geçmişi olan bilime saygınlığının geri verilmesi demek olacak.

Oturumlardan birinde Dumas bu düşündüklerini söyledi. Tüm aydın dünyaca çalışmaları bilinen Joliot-Curie’den, daha ilk çalışmasını bile bitirmesine izin verilmeyen genç doçent Morillot’ya kadar, aşağılık, yıkıcı planlara hizmeti reddeden bilim adamlarının nasıl kovuşturmaya uğrayıp cezalandırıldıklarını anlattı. (Kendi kurduğu enstitüden bir kalemle kovulmasına Dumas hala alışamamış olmasına rağmen kendinden hiç söz etmedi.) Sonra halktaki o büyük o soylu duygudan, dokerlerin, maden ve metal işçilerinin yürekliliğinden, Fransız kadınlarından; treni durdurmak için raylara yatan Raymonde’dan, Nice limanındaki Mado’dan söz etti. –Düşünürler, bilim adamları, edebiyatçılar böyle bir anda halktan koparılabilirler mi?- Amerikalı bilim adamına döndü sonra: -Belki sözlerim Amerka’ya kadar ulaşır. Sizin güçlüklerinizi biliyorum ve sizinle aynı alanda çalışan bir yoldaşınız olarak konuşuyorum. Üzerimizde büyük sorumluluklar var. Bu gün savaşı önleyebilir, sahibi olduğumuz ortak serveti koruyabiliriz. Susmak bir şeye yaramaz ve susanları kimse bağışlamaz. Daha fazla susamayız artık. Burada söz konusu olan politika değil insandır. Tartışmaya da gerek yoktur: herkesin kendisi karar vermelidir buna: evinde, geceleyin, tek başınayken: insan mıdır yoksa değil mi? Ve bunu yüksek sesle sormalıdır kendisine…-

Delegelerden birisi toplantıda alınan karalar için bir imza kampanyası açılmasını önerince Dumas yerinden kalkıp uzun süre alkışladı. İşte bu çok güzel: muhakkak toplamak gerek imza. Herkese başvurmak gerek: mitinglere gitmeyen, hatta gazete okumayan insanlara… Onlara şunu söylemek gerek: atom bombası ne bir tartışmacıdır, ne de bir eleştirmen, seçim yapmaz o, ayrım gözetmeden herkesi öldürür, ama onu kullanma cesaretinde bulunup bulunmayacakları, sıradan, basit insanlara,sizlere bağlıdır. Bu belgeyi imzalamakla önemli bir görev yapmış olacaksınız: yıkımları önleyecek, çocuklarınızı, gelecek dünyayı koruyacaksınız. İmza kâğıdını  Richet’ye de götüreyim, imzalamayacaktır hiç şüphesiz, ama böylelikle onun atom bombasından yana olduğunu görürüz hiç değilse. New York’da kendisine saldıracağımdan korkan otel hizmetçisi kadın bile imzalar herhalde, yalnız ona bunu gereken biçimde açıklayabilmeli. Kötü olan bir şey varsa, o da elimizde az adam var; aradaki duvarları yıkıp sokaktaki insana ulaşabilmek ve ona barıştan yana olmanın bir partiden yana olmak demek olmadığını açıklamak,  ve sizi askere çağırmıyoruz demek gerek, size bir tek şey söylüyoruz: yaşamak istiyorsanız eğer, savaşı reddedin.

Dumas bütün oturumları büyük bir dikkatle izledi ve bir tek konuşmayı bile kaçırmadı. İsveç delegesinin konuşması sırasında da salonda bulunuyordu. Şunları söylüyordu İsveçli:

-Kararda şöyle diyelim: barış yanlıları Sovyetler Birliği’nin yol göstericiliğinde savaş güçlerini yenecek.

Uzun boylu ak saçlı, İngilizce konuşan bir adam ona itiraz etti:

-Ben İsveçli dostumuzun önerisine katılmıyorum. Sovyetler Birliği barış için, dünyadaki bütün barışsever güçlerle birlikte savaşıyor. Sovyetler Birliği’nin yol göstericiliği sözü hareketimizi daraltabilir, oysa biz onu genişletmek istiyoruz. Bir barış savaşımına yalnızca komünistler değil, gerçekten savaş istemeyen herkesi, ve bu arada barıştan yana olup da Sovyet sistemini beğenmeyenleri de çekmeliyiz.

Dumas yanında oturan delegeye yavaşça sordu:

-Kim bu?

-Sovyet delegasyonundan bir üye, biyolog Şebarşin.

İki oturum arasında Dumas, üç saat konuştu Şebarşin’le; her şeyden söz ettiler bu konuşmalarında: orman dikimi, imza kampanyası, Fransız dokerlerin savaşımı, yıkılmış kentlerin yeniden kurulması…

-Çok iyi konuştunuz bugün komisyonda – dedi Dumas gülümseyerek.- Ben devrimciyim ve Moskova’ya umutla bakıyorum, bizim dokerlerle ya da maden işçileriyle konuşun, onlar da aynı şeyi söyleyeceklerdir. Şimdi Fransa’da en güçlü parti, bizim parti. Ama yalnızca oy sayısı değil tabii önemli olan. Nice insan varki radikallere ya da sosyalistlere oy veriyorlar, ama bunlar ülkülerini gerçekleştirebilmek için en küçük bir harekette bulunmuyorlar mı? Örneyin, bir öğün yemek yemekten vazgeçebilirler mi? Hayır, bunların ülküleri bile yoktur, iyi insandırlar aslında, ama ruhsal dünyaları dardır, beyinleri yıkanmıştır, coşku ve aşk üzerine değil, hesabını bilmek üzerine yaşama öğretilmiştir onlara, çocukluklarından beri şüpheci olmalarını sağlayacak bir eğitimle yetiştirilmişlerdir. Onların milletvekilleri de çek yolsuzluklarını örtmek için çalışırlar. Bizimkilerse faşist yasalara karşı savaşıyorlar. Ölümün üzerine gidiyor komünistler. La Rochelle ya da Nice’de olanları bir okuyun, göreceksiniz… Ama ürkekleri, kararsızları, şüphecileri de hesaptan düşmek doğru değil. Onlarda yaşamak istiyorlar, ancak bir şeyden anladıkları yok. Onlara durmadan, sizin onların üzerine saldıracağınızı, bizim de komünistlerin de ellerinden evlerini-barklarını alacağımızı, emekli maaşlarını keseceğimizi söylüyorlar. Böylece hem sizden, hem bizden korkmalarını sağlıyorlar. Öte yandan barış hareketi de çok geniş olmalı, çünkü ancak o zaman zafere ulaşılabilir. Çok düşündüm bunun üzerinde. Ama bunu özellikle sizin –Sovyet delegesinin – söylemesi çok güzel bir şey. Sovyetler Birliği hiç şüphesiz öncümüzdür, bunu hepimiz biliyoruz; ama siz elinizi yalnızca bize değil, barış isteyen herkese uzatıyorsunuz… Böylece, hareketi önder olmak isteyen yönetmiş oluyor. Oturumları dikkatle izliyorum ve sizin ve yoldaşlarınızın ne kadar alçakgönüllü davrandığınızı görüyorum: tartışırken bile dostçasınız, bazen ikna ediyorsunuz, bazen ikna ediliyorsunuz. Neden bu kadar dinliyorlar sizin sözünüzü? Çünkü deneyiminiz çok, düşünce ufkunuz geniş, ölçekleriniz başka…

Şebarşin Sovyet tarımcılarının son yıllarda yaptıklarını, yeni ve büyük girişimleri, insanların yaşayışlarının nasıl kolaylaştığını anlattı:

-Bakın, iki hafta önce olan bir şeyi anlatayım size. Moskova’da bir spiker vardır, sanırım kimse görmemiştir onu, ama sesini herkes tanır: savaş sırasında Almanlar’a karşı zaferi kazandığımızı o açıklamıştı radyodan. İşte geçen hafta aynı spiker fiyatların indirildiğini açıkladı. İlkinde kentlerimiz kurtulmuştu, onu söylüyordu. Bu kezse, herkesin çay ve şekeri, yağı, ayakkabısı, kumaşı olacağını söylüyordu. Bu da bir zafer bildirisidir: tek tek bütün insanlarımız yıkıntılarla, yoksullukla, kısacası savaştan arta kalan her şeyle savaştı. Ve zaferi kazandık…

-Anlıyorum, anlıyorum – dedi Dumas; heyecanlıydı.- Bilemezsiniz, şu anda anlattığımız şeyler nasıl değerli benim için. Motorun yakıta ihtiyacı vardı, siz bugün bana onu verdiniz. Ömrümün sonuna kadar yeter bu bana artık… Sözlerinizin hiç birini unutmayacağım. Sizin dayanacağınızı çok önceden biliyordum. –En çok bir ay, ondan sonra işleri tamamdır…- dediklerinde biliyordum. Toplama kampındayken, gelip bizi kurtaracağınızdan adım gibi emindim. Dayanıp dayanamayacağımı, sağ kalıp kalmayacağımı bilmiyordum, ama geleceğinizden bir an bile kuşku duymadım. Durumunuzun şimdi daha iyi olması, artık gülebilecek, bebelerinizi nazlandırabilecek, genç kızlarınızı giydirebilecek olmanız çok güzel bir şey. Eğer birilerinin mutluluğa hizmeti geçtiyse, bu muhakkak ki Sovyet halkıdır. Artık ölmekten korkmuyorum…

Akşam oturumu bittikten sonra Dumas yukarı çıktı. İçi huzur doluydu, neşeliydi; çok önemli kararlar alındı. Stockholm sanki bunlardan hiç habersizmiş gibi tasasız, kendi halinde. Evet, gerçi bura insanları savaşın acılarını tatmadılar, şansları yaver gitti, ama bunun yarında böyle olacağına, piyangoda bugün kazanmışsın, yarın da kazanacağına yalnızca aptallar inanabilir. Onların da üzerine bir bomba atılabilir, hem de rastlantıyla, ya da yanlışlıkla… Oysa hiçbir şeyden haberi yok bunların, gazeteleri susuyor, halk dersen kuzeyli; aylak seyirci takımı bile yok burada. Marsilya değil tabii burası…

Yürüyerek gitti oteline. Soğuğu, aydınlığı, hayatın içine giren, alanları ikiye bölen, evler arasında yalıyarlar olarak görünen deniziyle, sert, kesici rüzgârıyla kent hoşuna gitmişti. Limana kadar yürüdü, küçük bir vapur kederli kederli düdük çalıyordu. Martılar alçalıp yükseliyorlardı. Küçük bir birahaneye girdi, bir bardak bira istedi. Yanındaki masada bir tayfa oturuyordu. İngilizce konuşmaya başladı tayfayla. Yaşlı Fransız’ın buraya barış bilmem nesi toplantısına geldiğini öğrenince aydınlık, duru gözlerini ona diken tayfa:

-İşte bu çok iyi –dedi.- Narvik’i bombaladıkları sırada oradaydım ben. Lulea’yı bombalasınlar istemiyorum. Ne karar aldınız bari toplantınızda?

Dumas cebinden bildiriyi çıkardı ve okumaya başladı: – Atom bombasının kayıtsız şartsız yasaklanmasını istiyoruz… Dünyadaki bütün insanları, kendi  rızalarıyla  bu bildiriyi imzalamaya çağırıyoruz…-

Tayfa dikkatle dinliyordu.

-İyi bir şey bu. Narvik’i  bombaladıklarında küçük bir kızı da öldürdüler. Kızın annesi bizim işletmede temizleyici olarak çalışırdı. Hiçbir şey anlamamış kadıncağız, delirmiş anlattıklarına göre. Bir daha böyle bir şey görmek istemiyorum…

Birkaç saniye sustuktan sonra sordu:

-Peki sizi dinlerler mi?

-Bu size bağlı.

-Bana mı Benden ne çıkar, küçük bir adamım ben, Lulea’da bile kimse tanımaz beni, küçükken ayrıldım oradan, o gün bu gün denizlerdeyim.

-Bense bu size bağlı diyorum, tek tek herkese bağlı.

Dumas ona kalemini uzattı ve buyurgan bir sesle:

-İmzalayın –dedi.- Eğer Lulea’da da aynı şeyler olmasını istemiyorsanız…

-Biraz düşünmeliyim…

Tayfa birkaç kez yüksek sesle okudu bildiriyi, kağıdı katlatıp   Dumas’ya uzatacak gibi oldu, sonra yine açtı, dikkatle bir kez daha okudu.

-Öyle çabuk kavrayamıyorum ben her şeyi… Ama bunu imzalayacağım. Çocukları öldürsünler istemiyorum.  Yalnızca Lulea için imzaladığımı sanmayın, Bordeaux’yu da bombalasınlar istemiyorum, orada da çocuklar var…

Dumas oteline dönerken düşünüyordu: işte ilk imza, hem de asıl toplamamız gerekenlerden… Bir rastlantıyla aldım onu… Ama katakomplardan çıkıp halkın yüreğine dağılacağız. Bu kentin insanları kentlerinde gerçekleştirilen işten habersizler, ama birkaç aya kadar Stockholm adı herkesin ağzında olacak. Rus biyoloğunun ne iyi bir yüzü vardı, coşku ya da eskilerin dediği gibi ilham verici bir şeyler vardı gözlerinde. Oysa bir şair değil biyologdu: orman dikimiydi işi. Savaştan önce Maurice’in evine gelen Sovyet mühendisi de şair gibi görünmüştü bana, oysa makine sipariş etmeye gelmişti… O gençti, Şabarşin ise herhalde ellisini aşmıştır, ama onda bir gençlik var: ondan mı, yoksa ülkesinden mi geliyor bu gençlik, bilmiyorum… Sonra bir bilim adamı değil de, devlet adamı gibiydi sanki… Bizden sonra çağrıyı ilk imzalayan Lulea’lı bir tayfa oldu… Şaşıracaktır herkes buna… Oysa Narvik’li bir ananın çıldırışını görmüş o. Tüm insanlar bir şeyler gördüler ve daha fazla izin vermeyeceklerdir buna. Sonra, en önemlisi, Moskova var geride… (s.762-763-764-765-766-767-768-769-770)

Ehrenburg,İlya Birinci basım (Eylül 1978) İkinci basım (Ekim 1981) Üçüncü basım (Ağustos 1982). Dipten gelen Dalga.(çev. Mazlum Beyhan), Sosyal Yayınlar,İstanbul

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: