İlber Ortaylı – İnsan Geleceğini Nasıl Kurar ?

Etrafa Bakma Sanatı Nedir? Nasıl Öğrenilir?

Çevreyle ilişki kurmak, evet, bir sanattır. Etrafa bakmak bir sanattır; hayattaki incelikler buradan doğar. İnsanlar buralarda fark yaratır. Etrafına bakmayı bilen insanların şehirleri de ona göre olur. Mesela bu insanlar şehirlerinin siluetini bozmazlar. Etrafına bakmayı bilen insanlar ırmağın akışıyla, rüzgârın esişiyle oynamazlar; şehirlerini de kendilerini de coğrafyayla, tabiatla uyumlu kılarlar.

Sohbetimizin önceki bölümlerinde “Mutluluk hem bir hak hem de ödevdir,” dediniz. Bunun altını çizdim ama aklıma takılan bir husus var ve bu bölümde o konu üzerine söyleşmek istiyorum. Bu satırları okuyanlar arasında zenginler de var fakirler de, yaşı ilerlemiş kimseler de var gençler de. Herkes mutlu olmak istiyor, neticede bir hayatımız var ve onun tadını çıkarmak, doya doya yaşamak istiyoruz. Öyle hazdan hazza sürüklenerek değil belki ama hakkını vererek. Bunca dert, bunca meseleyle sarılmışken herkes bir çıkış yolu arıyor. Bir yandan sık tekrarladığınız bir konu daha var, zaten aklıma takılan da bu: Ölçü. Özellikle günümüzde, yerküreyi artık nerdeyse tüketmişken, hırsları bir kenara koymanın ve ölçülü yaşamanın gerektiğini söylüyorsunuz. Çalışmak, kazanmak, seyahat etmek, gezmek, görmek, biriktirmek ama hep bir ölçüyle. Hayatın tadını çıkarmak ama hep bir ölçüyle. Bana sanki işin sırrı biraz bu ölçüde gibi geliyor. Nedir bu ölçü? Nerde gerekiyor? Nerede kaçıyor? En önemlisi de hem ölçüyle hem de hevesle nasıl yaşayacağız?

Ölçünün üzerinde duracağız, çok önemlidir. Hem insana hem de toplumlara gerekir. Bunun neden çok önemli olduğunu COVID-19 salgını sırasında hep beraber yaşayıp gördük. Evvela onu bir değerlendirelim, çünkü içinde ölçülülük adına önemli dersler barındırıyor. Çok açık ki hâlihazırda ölçüyü kaçırdığımız için COVID-19’un sebep olduğu yıkıcı salgından dahi bu dersleri yeterince almadık, salgının gerçek nedenleri üzerinde duramadık. Çünkü insanlar radikal izahlardan kaçınıyor. Anlaşılan dünyanın düzenini değiştirmek istemiyorlar. Hep suçu başkalarına atıyorlar. Sorsanız salgının nedenini birtakım sermaye gruplarında, finans gruplarında, büyük devletlerde, Çinlilerde veya Afrikalılarda arayıp duranları görürsünüz. Hâlbuki bunun temelinde insanın bizzat kendisi, insanın hırsları yatar.

İnsanoğlu dünya ile arasındaki bağı kurmak zorunda. Ama çoğu insan bunu yapamıyor veya yapmıyor. Pek çok kişi kendisinin kâinatın içinde olduğunu, hem kâinatla hem de diğer insanlarla, canlılarla bağlantılı bir yaşam sürdüğünü bilmiyor, görmüyor. Hâlbuki her düşünce de vardır bu. Önceki bölümlerde Seneca’yı; “Mutlu yaşamak ile doğaya uygun yaşamak aynı şeydir.” der Senaca. Ölçüyü doğrudan bu bağlantıya koymuştur. Marksist düşünür Plehanov da bireyin düşünce ve eylemin içindeki yerinden bahseder. Ayrıca tasavvufi düşüncenin merkezi de yine budur. Dinî öğretiler, kutsal kitaplar zaten bunu sık anlatır. Şunu okursunuz örneğin; Hazreti Musa, Sina Dağı’nda “Rabbim bizi neden böyle cezalandırıyorsun?” diye sorunca, “Peki, bundan sonra böyle ceza vermeyeceğim; sizin cezanız artık hırslarınız,” karşılığını alır. Ne kadar güzel, ne kadar anlamlı bir pasaj değil mi? Şüphesiz insanlık kendi hırslarını yeterince mütalaa etmiyor, tahlil etmiyor.

Örnekleri sıraladık ama bunlarla da sınırlı değil, nereye baksanız sağlıklı ve etkin bir düşünce oluşturmaya çalışan herkes insanı merkeze koyar. Son asırda birtakım vahşi hayvan türleri, sevimli dağ geyikleri, İrlanda dağ geyiği gibi zarif türler yok edildi. Faydasını bildiğimiz-bilemediğimiz nice kuş, hatta böcek ne oldu, yeni öğreniyoruz. Yakında balık da yiyemeyeceğiz. Deniz mahsulatı plastik ve kimyevi atıklarla zehirlendi. Ama insan bunu anlamıyor; tüketiminden vazgeçmiyor, kirletmekten vazgeçmiyor. Şüphesiz bireyin bu yaptıkları toplumlara da yansıyor, idareye yansıyor, gruplaşmalara yansıyor. Bu bir heyuladır ve bu heyulaya dair şunu bilmek gerekir: Herkes aynı hırsa kapıldığında kimileri zenginliğine zenginlik katar. Ama kimin zengin olduğu, kimin olmadığı doğanın umurunda değildir.

Bakınız Çukurova’ya; üç vilayet bütün Akdeniz’in en bereketli, en geniş ovasına hakim. Devlet iki asırdır bölgeye insan yerleştiriyor; ekilsin, bakılsın diye su kanalları inşa ediyor. İlk barajlardan Seyhan 1950’lerde burada yapıldı. Sanayi teşvik ediliyor. Ziraat öğretiliyor. Bugün ise tarım geriledi ve gerilemeye devam ediyor. Şehirlerin yapısı berbat hale geldi. Toprak ve su haritası hala yok ya da olanı da doğru değil yahut veriler değerlendirilip dikkate alınmıyor. Gel gör ki bütün bu gerilemeye rağmen hala zenginliği kendileri için hak olarak görenler var. “Dönüşüm” adı altında estetikten uzak ve nakıs yapılı tesisler kuruyorlar. Avrupa’nın çöpü bu bereketli toprağa yığılıyor veya uyduruk bacalarla ve yöntemlerle havayı, suyu kirletiyor.

Her ne kadar ülkeleri İngiltere çöplerini ülkemize yollasa da bu ülkelerin halkları dünyanın hayrı için artık bu durumu protesto ediyor. Yerküre bu hırsı da tüketimi de kaldıramıyor. Dünya kirleniyor. Kirlendikçe, kaldıramadıkça COVID-19 gibi hastalıklar, salgınlar çıkıyor. Daha da çıkacak. Birini hallettiğimizi düşünsek de köşeden ikincisi çıkacak. Beşeriyetin şu son 100-150 senede maruz kaldığı salgınlara bakınız. Tüketimin artmasıyla bu süreç hızlandı. Tarihte de birçok salgın oldu ama şimdi ölçek büyüktür; zaten evvelki dönemleri tetkik ettiğimiz zaman onda da beşerin dünyaya açıldığı, genişlediği dönemlerin önü çektiğini görürsünüz. Dünya genişler, bize kendini sunar ama çok açık ki biz onun imkânlarına göre yaşamazsak kendimizi felakete sürükleriz.

Şimdi gelelim insana dair ölçüye. Dediğim gibi, insan önce kendisiyle bir bağ kuracak; başkalarıyla ve dünyayla, doğayla kuracak. Kâinatın içinde yaşadığını, bir başına olmadığını bilecek. Kâinatla uyumlu olmaya bakacak, gayret edecek, kendi doğasıyla uyumlu olmaya bakacak. Mutluluğa bu yoldan gidilir. Çok açık ki herkes aynı vaziyette değildir. Kimi mevki ve makam sahibi, kiminin mütevazı bir işi var. Peki, merdivenin yukarısındakiler mutlu da aşağıdakiler mutsuz mu? Bu düşünce hayatın akışının karşısındadır. Her insan bulunduğu yerden pekâlâ memnun olabilir. Bakın az ile yetinebilir demiyorum; yetinir-yetinmez, o başka bir konudur ama insan çok şeyle mutlu olmayabileceği gibi az şeyle mutlu da olabilir. Bu ancak kendi doğasıyla uyumlu olduğu takdirde mümkündür.

Düşünün ki kişinin hayatta en lezzet aldığı, tadını hiç unutmadığı yemek, çok paralar ödese dahi, en lüks restoranda yediği değildir. Sorsak birçok kişi dostlarıyla, sevdikleriyle beraber salaş bir restoranda yiyip içtiği bir günden bahsedecektir. Zaten aslolan budur: Hayatın tadı, evet, o salaş restoranda; belki şehrin en havalıları arasında sayılmayan kafelerinde çıkar. Neden orada çıkar? Oranın yemekleri çok mu güzeldir? Belki öyledir, birçok salaş restoranda keşfedilmemiş ne aşçılar var ama o salaş restorana esas havayı orada yiyip içen insanların neşesi verir.

Bir şehrin tadını çıkarmak için acaba o şehrin en lüks otelinde mi kalmak gerekir? Mesela bir Paris’i, Roma’yı, bir İstanbul’u sevmek için illa para mı harcamak gerekir? O sevgili şehrin sokaklarında başıboş dolaşmak da yeter. Yürürsün, yürüdükçe neşelenirsin, neşelendikçe senin gibi neşeli insanlar görürsün; sen onlara neşe verirsin, onlar da sana. Bu neşe şehre bulaşır. Şehirleri neşeli veya kasvetli yapan insanlardır. Dahası bu insanların illa zengin olması gerekmez. Paris niçin güzeldir? Çünkü bütçesi sınırlı olan insan da o şehrin uygarlığına zenginler kadar dahil olabilir; öyle bir ortamdır. Dünyada böyle yerler de vardır. Ne acı ki güzel İstanbul ise sıkıldığımız mekanlarla doluyor, çünkü kitlede renk yok.

Çok açık ki Türkiye’nin en güzel, cıvıl cıvıl, en neşeli talebe şehri Eskişehir’dir. Bu şehrin ilk şansı çok yetenekli bir belediye başkanına, Yılmaz Büyükerşen’e sahip olmasıdır. Anadolu’nun bozkırından neşe çıkarmıştır Büyükreşen. Onun şehri, gençlerin şehridir. İstediğiniz kadar dolaşın; hep neşeli, gülen yüzler görürsünüz. Onlar şehre neşe katar, şehir de onlara. Bu alış veriş önemlidir. Şehir sana kıyıda köşede de kalsa bir kitapçı veriyorsa; seni bir kütüphanesine kabul edip saatlerini orada geçirtiyorsa; arkadaşınla özgürce sohbet edeceğin, derli toplu bir kafe sunuyorsa; zevkine göre bir konseri, mesela bir klasik müzik konserini uygun fiyatla sana izletebiliyorsa sana tat veriyor, seni eğitiyor demektir.

Nitekim İngiltere’de sadece kitapçı dolu bir şehir dahi var. Prag’da her köşede, bir kilisede veya açık havada, mükemmel resital dinleyebilirsiniz. Ama dediğim gibi bu iş karşılıklıdır. Şehir seni eğitir; sen de şehri neşenle, özgüveninle, çabanla zenginleştirirsin. Hiç şüphesiz, insan şehrinden ayrı bir varlık değildir.

Başa dönersek, insan az şeyle mutlu olacağı gibi, her yerde de mutlu olabilir ama kendinden de bir şey vermesi, çabalaması, bu karşılıklı alışverişe girmesi gerekir. Bir şehrin en zengin mahallesinde oturup bu alışverişe girmiyorsanız orada mutlu olamazsınız demektir. Bu bir bakıma insanın iç terbiyesidir, iç huzurudur; maddi bir zemini olmaz. Bunu herkes kendisi, kendi ölçüsüne göre kurar.

Bu ölçüyü nasıl kuracağız hocam?

Kendi dünyanızı kurarak bulacaksınız. Doğru ölçü için insanın kendi dünyasını kurması, bu dünyayı kurmak için de vakit ayırması gerekir. Bunun bir terkibi var: Etrafına bakmak, şartları zorlamak, kendini geliştirmeye gayret etmek, kendini her daim çevreyle mukayese etmek, bazen durmak bazen de hareket etmek, bazı şeylerin üstünde durmak, bazı şeyleri görmezden gelmek.

Kitap boyunca bunları konuştuk, altını çiziyoruz, üzerinde duruyoruz. Tekrarla söylüyorum: önünüzdeki programı çok iyi çalışmanız, kendinizi yetiştirmeye bakmanız gerekiyor. Üç konuyu iyi öğreneceksiniz: Tarih, dil coğrafya. Hangi işi yaparsanız yapın, özellikle bu üçünde kendinizi geliştireceksiniz. Yaşadığınız yeri ve dünyayı tanıyacaksınız, bu ülkenin nerede yayıldığını bileceksiniz; neler yaşadığını bileceksiniz ve nasıl konuşulduğunu, yazıldığını bileceksiniz. Dil meselesi için bir süredir “Artık gerek kalmadı, teknoloji her şeyi anlamamızı sağlıyor zaten,” diyorlar. Kulak asmayın. Dil öğrenmek sadece iletişim kurmaktan ibaret değildir; düşünme becerisidir. Birden fazla dil bilen insan sadece başka kültüre girme imkânına sahip olmakla kalmaz, bir yandan da entelektüellik kapasitesini geliştirir. Bu yüzden de fazla dil bilen ve dünyayı tanıyan insanlar dışarıda kalıp ömür geçirmezler.

Büyük adamın, Atatürk’ün tam da bu ismi vererek bir fakülte kurması boşuna değil; tesadüf de değil. Bu üçü olmadan beşeriyetin macerasını layıkıyla kavrayamazsınız. Beşeriyetin macerasını kavrayamazsanız da bu ölçüyü tutturamaz, demek ki kendi dünyanızı kuramazsınız. Başka rüzgârlara kapılıp giden biri olursunuz.

Çok açık ki bunlar için çalışmanız, kendinizi zorlamanız gerekir. Bir de sürekli etrafa bakmanız, kendinizi başkalarının içinde görmeniz, kendinizi onlarla mukayese etmeniz gerekir. Soracaksınız: O ne kadar biliyor, ben ne kadar biliyorum; beriki ne öğrenmiş, ben ne öğrene bilirim? Bunu bir hırsla değil, eksiklerimizi tamamlamak ve becerilerinizi kullanmak için yapmalısınız. Neticede kendi dünyanızı, kendinizi kuruyorsunuz. Bu kolay bir iş değildir, hele bu memlekette daha zordur. Memleket, insanına realist olmayı da öğretir. Realist olmanız gerekir. Bu yüzden kendinizi, dünyanızı kurarken şartlara da bakacaksınız; plan da yapacaksınız. Bazen o şartlar planınıza müsaade etmeyecek. O zaman yol arayacaksınız, yol yoksa da yol yapacaksınız. Sohbetin başında Hannibal’den bahsederken onun bir sözünü nakletmiştik; “Ya bir yol bulacağım ya bir yol yapacağım.” Ümitsizliğe düşmeden yol arayacaksınız. Bu yolun ucu başka memleketlere de çıkabilir. Zaten insan kendi ülkesinin içinde kalmaması, yer değiştirmesi bilhassa bugünkü dünyaya faydalıdır. Dışarıyı görmek gerekir. Ama “Gidip orada kalın,” demiyorum; “Vatanda kalıp tutunun ve işleri düzeltin,” diyorum. Sesinizi de çıkarın, itiraz da edin ve işleri düzeltmek için gayret edin.

Her şey ölçüdür. Herkes kendine her an sormalı; yaşayışımızda neleri yaptığımızı, neleri eksik bıraktığımızı her an düşünmeliyiz. En basit ihtiyaçlarda bile bu soruları soracağız. Doğayla uyum için, ölçü için bu sorular gereklidir. Ne yiyeceğiz? Nasıl giyineceğiz? Sporumuz nasıl olacak? Ne kadar seyahat edeceğiz? Etrafa nasıl bakacağız? Hepsi insanın kendi ölçüsüne göredir. Ama en başta söylediğime dönersek; tüm bunları dünyayı daha fazla kirletmeden, kâinattaki yerimizi ve yalnız olmadığımızı bilerek yapmalıyız. (s.207-208-209-210- 211-212-213-214)

ORTAYLI,İlber (2022).İnsan Geleceğini Nasıl Kurar, Kronik Kitap, İstanbul

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: