
Hikâyede geçen dairenin adını vermeyeceğim. Zira bu zamanda herkes kendisine yöneltilen her tenkidi bütün topluma yapılmış bir tecavüz sayıyor. Asker olsun, farketmiyor. Bir rütbe ve makam işgal eden her asker ve her memur, kendisini devletin temsilcisi görüyor. Böyle olunca, ahlaksız bir memurun rezaletini dile getirmeniz o memura değil de işgal ettiği makama, dolayısiyle devlete hakaret sayılıyor.
Geçenlerde duydum. Adını hatırlayamadığım bir vilayetin emniyet amiri, ordu komutanlığına uzun bir şikâyet dilekçesi yazmış. Yüzbaşı rütbesi taşıyan bu emniyet amiri, delil olarak kalın bir kitabı da dilekçesine ek yapmış. Dediklerine bakılırsa, bu kitap uzun bir romanmış. Romanın her on sayfasında, yüzbaşı rütbesindeki bir emniyet amirinden bahsediliyormuş. Yazar olacak o hain romancı, yüzbaşıyı okuyucusuna daima körkütük sarhoş gezen bir adam olarak tanıtıyormuş. Yüzbaşı davayı kazanmış mı, kitap yasaklanmış mı yasaklanmamış mı, romancı hapsi boylamış mı boylamamış mı bilmiyorum. Her ihtimale karşı, ne olur ne olmaz, devlete hakaret etmiş sayılmamak için hikâyemizde geçen müesseseye “bir daire” diyeceğim.
İşte “bu daire” de, görevine bağlı, çalışkan bir memur vardı. Ne zaman, kimin aracılığı ile daireye girdiği bilinmiyordu. Bilinen o ki; kaç müdür, kaç şef değiştiği halde o hep aynı dairede, aynı derecede ve aynı masada kalmıştı. Kendisini tanıyanlar, onun sırtında paltosu ve dazlak kafasıyla dünyaya geldiğini söyleyerek gülüşüyorlardı.
Hikâyemizin kahramanı, yıllardır hep aynı derecede maaş aldığı halde, bir gün olsun amirlerine sitem etmedi. Ağzı var dili yok, elinden kalem düşmez, başını yazdığı evraktan kaldırmaz, sadık bir devlet memuruydu. Arkadaşlarının alaylı sözlerine kızmaz, onlarla ağız dalaşına girmez, kendi halinde sakin bir adamdı.
Çalışkanlığının ve saf kalpliliğinin dışında kıskanılacak hiçbir mahareti yoktu. Kısa boylu, yüzü çiçek bozuklarıyla çopurlaşmış, kızıl saçları anlına doğru iyice seyrekleşmiş, tombul bir adamdı. Gözleri de biraz bozuktu galiba. Yüzünün iki yanında derin birer çukur ve bu çukur ve bu çukurları besleyen ince kırışıklıklar vardı. Bakışlarında, memur hastalığı sayılan hemoroidin acı ifadesi vardı.
Soyadı “Başmaçnikov” du. Başmaç, fakir kimselerin giydiği adi cins kundura manasına geldiğine göre; kahramanımızın ataları da başmaç giyer, yılda bir kere pençesini tamir ettirirlermiş. Bütün bunlar söylentiden ibaret tabii. Yine söylentilere bakılırsa, memur Başmaçnikov’un adının da soyadı kadar ilginç bir hikayesi var. Adı Akaki Akakiyeviç. Zavallı annesi, lohusa yatağında yatarken, vaftiz babası kalem müdürü Ivan Ivanoviç Yaroşkin’le, vaftiz annesi komiser karısı soylu Anna Semyonovna Belobruşkina başucunda onu tebrik ediyorlar. Seçmesi için üç azizin ismini söylüyorlar: Mok-ki, Sossi, Hozzi… isimlerinden üç zavallının çilekeş ve fakir bir hayat sürdükten sonra Hakk’ın rahmetine kavuştuklarını tahmin etmek zor değil. Annesi, oğlunun çilekeş bir hayat sürmesini arzu etmediği için yüzünü buruşturunca, komiser karısı isimleri beğenmediğini anlamış. Bu sefer rastgele takvim yapraklarını açarak üç isim daha bulmuş: Dulla, Tul-la, Vulla…
Anne bu isimleri de beğenmemiş: -Ne biçim isim bular? Demiş. Komiser karısı sabırlı biriymiş. Takvim yapraklarını açmaya devam etmiş. Karşılarına üç isim daha çıkmış: Pavsa-ki, Ravsaki, Kavsaki… vaftiz anası bile şaşmış bu işe.
-Ne yapalım… demiş, zavallının kaderi kötü. Takvimle bu iş olmayacak. Bari dedesinin ismini koyalım. Nedir dedesinin ismi?
-Annesi içini çekerek: -Akaki… demiş.
Vaftiz babası kalem müdürü Ivan Ivanoviç Yaroşkin’in canı sıkıldığından kestirip atmış:
-Tamam demiş bu isim kulağa daha hoş geliyor. Adı Akaki Akakiyeviç olsun.
Küçük Akaki, suya daldırılırken, ömür boyu yedinci dereceden memur kalacağını hissetmişçesine basmış çığlığı, işte kahramanımızın isim macerasını da böylece bütün teferruatı ile okuyucuya aktarmış olduk. Akaki Akakiyeviç’i dairede kimse ciddiye almaz, saygı göstermezlerdi. Öyle ki, koridordan geçerken odacılar bile ayağa kalkmaz, onu büyük yerine koymazlardı, işine saatinde gelir, başını kaldırmadan verilen dosyaları düzene koyar, resmi yazışmaların kopyasını çıkarırdı, işi getirenin kim olduğuna bakmaksızın kabul eder, bu yüzden masası dosya ve evraklarla dolar taşardı.
Genç memurlar için eğlence kaynağıydı. Ev sahibesi yetmişlik koca karı ile bilmem neler yaptığına dair hikâyeler uydurur; kahkaha ile gülerlerdi. Kağıt parçalarını ufalar, başına serper, “Karyağıyor Akakiyeviç, kar!” derlerdi. O bütün bu tatsız şakalara aldırmaz, kızmaz, kılı bile kıpırdamaz, karşısında kimseler yokmuş gibi işine devam ederdi.
Ancak, ara sıra, memurlardan biri yanından geçerken dirseğini Akakiyeviç’in kalem tutan eline çarpınca yavaşça başını kaldırır:
-Lütfen benimle uğraşmayın, bırakın da işimi yapayım… derdi. Sesinin tonunda öyle acıklı bir mana vardı ki, sanki “Ben sizin kardeşiniz değil miyim? Neden kardeşinizi üzüyorsunuz” diyordu. “Çalışkan bir memur” sözü onu anlatmaya yetmez. Bu adam adeta çalışmak için doğmuştu.
Evrak kopya ederken, dosya düzenlerken sevgilisine mektup yazan aşık gibi özenir; yazıda ve imlada asla hata yapmazdı. Dairede bütün gün masanın başından kalkma-macasına çalışır, bu yetmiyormuş gibi, yarım kalan işleri eve götürür, gece geç saatlere kadar bitirmeye çalışırdı.
Eğer onun yerinde başka bir memur olsaydı, -yani üst makamlarda dayısı bulunan biri olsaydı demek istiyoruz-birkaç derece terfi eder, daire amiri olurdu. Gerçek o ki dairedeki geveze memurların dediği gibi, mükâfatı “eskimiş bir palto ile hemoroid hastalığı” olmuştu.
Akaki Akakiyevic’in çalışma dışında hiçbir merakı ve meziyeti yoktu. Kıyafetine ve dış görünüşüne dikkat etmezdi. Hoş… Etse de yeni bir elbise diktirecek kadar parası yoktu.
Eve gelir gelmez hemen sofraya oturur; lahana çorbasıyla, eti az soğanı bol yahniyi tadına-tuzuna bile bakmadan kaşıklar, karnı şişinceye kadar yerdi. Neden “karnı şişinceye kadar yerdi” dediğimize gelince; onu da açıklayalım: Çünkü garibim ancak midesi şişince doyduğunu anlardı.
Akaki Akakiyevic diğer memur milletine benzemezdi. Onlar akşam yemeğinden sonra günün yorgunluğunu atmak için keselerine uygun bir eğlence yeri ararken; o yazı masasının başına geçer, işten getirdiği evrakı kopya etmeye başlardı. Bunu öyle bir zevkle yapardı ki; kalemini özenle mürekkep hokkasına batırır, harflerin okunaklı olmasına dikkat eder, yaptığı işten zevk alan bir sanatkâr edasıyla noktasını, virgülünü kaçırmadan eserini tamamlardı.
Grameri ve üslubu pek iyi sayılmazdı, ama yazısı oldukça güzeldi. Akakiyevic, iş kolik bir memurdu. Onun gibi işini seven bir düşük dereceli memur daha gösterilemezdi. Dışarıdaki eğlence yerlerine gidemeyecek kadar fakir olan memurlar, kendi aralarında toplanır, kağıt oynar, çay içer, yüksek sosyetenin dedikodusunu yaparlardı. Akaki Akakiyevic bu tür ev gezmelerinden de hoşlanmazdı.
Akakiyevic gibi yılda beş yüz rublenin altında geliri olan memurların en büyük düşmanı “kara kış”idi. Sabahleyin işe gitmek için evlerinden çıktıkları zaman “kuzey rüzgârı” bütün şiddetiyle bu zavallıcıkların iliklerine işler, yüzlerini morartırdı. Fukaralar, burunları uyuşmuş gözleri yaşarmış olarak daireden içeri kendilerini zor atarlardı.
Akaki Akakiyevic’in kuzey soğuğu ile başı oldukça dertteydi. Evle daire arasındaki yolu ne kadar hızlı yürürse yürüsün; kafasının uyuşmasına, omuzlarının sızlamasına engel olamıyordu. Bir hayli düşündükten sonra, bunun eskiyen ve artık rüzgâra karşı yıpranan paltosundan kaynaklandığını keşfetmişti. Buna “palto” demek için bin şahit lazımdı. Zaten daire arkadaşları da ona “Akaki’nin sabahlığı” diyorlardı. Sırtı ve omuz başları iyice büzülmüş, alttan astarı görünüyordu. Yaka ve kol yamaları bile eskimişti.
Paltosunun bu perişan halini gören Akakiyevic, onu bir kere daha terzi Petroviç’e götürmeye karar verdi. Petroviç bir gözü sakat, yüzü çiçek bozuğu, sarhoş bir memur terzisiydi. Ayık olduğu zamanlar çok güzel yama yapar, frak ve paltoları ters-yüz eder, müşterisini yeni elbise almaktan kurtarırdı. Petroviç, azatlı bir derebeyi kölesiydi. Terziliği de, kölelerin elbiselerini yamarken öğrenmişti. Şimdi köhne bir apartmanın dördüncü katının, arka merdivenlerine bakan bir odasında oturuyordu. Karısı hakkında çok az bilgi edinebildik. Bildiğimiz kısa boylu, şişman, kısır ve çirkin yüzlü bir alman karısı olduğu. Başına eşarp takmaz, başlık giyermiş. Tembel bir kaşık düşmanıymış. Petroviç’in karısını güzel görmek için sarhoş gezdiğini söylüyorlar.
Akaki Akakiyevic, terzi Petroviç’in dairesine çıkarken sıkı bir pazarlık yapmaya karar vermişti. “Bu sarhoş herife verecek bir kuruş fazla param yok” diyordu içinden. Merdivenleri çıkarken nerdeyse ayağı kayıp aşağı düşecekti. Merdivenler, Petersburg’daki bütün arka merdivenler gibi bulaşık suyundan nasibini almış pis ve kaygandı. Havada insanın genzini yakan bir amonyak kokusu vardı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, terzi karısının pişirdiği bayat balık kokusu ortalığı sarmıştı. Dumanlı balık kokusundan hamam böcekleri bile rahatsız olmuş, deliklerine kaçmışlardı. Dış kapı açıktı. Mutfakta balık pişiren kadın, duman bulutu içinde zor farkediliyordu. Akakiyevic doğruca Petroviç’in çalıştığı odaya geçti. Terzi boyunda bir çile iplik asılı, yalınayak bağdaş kurmuş, dizlerine serili eski bir memur frakını yamamaya çalışıyordu. Homurdanışından, elbise ile başı dertte olduğu anlaşılıyordu.
-insanı meslekten nefret ettiriyorlar! Yama tutacak hali mi kalmış bunun? Çöplüğe atılacak şeyi bana getiriyorlar…
Akaki Akakiyevic, ters bir zamanda geldiğini anladı. İçki bulamadığı zamanlar, Petroviç anlaşılması zor bir adam olup çıkıyordu. Karısının ifadesiyle “gözü bulanık iblis zıkkımlandığı zaman” kedi gibi uysallaşır, verilen ücrete razı olur, selam çakar, yerlere kadar eğilir, teşekkürler yağdırırdı. (s.15-16-17-18)
Gogol Nikolay Vasilyeviç – (1809-1852). Bir Delinin Hatıra Defteri, (çev. Ali Çankırılı) Prizma Pres Matbaacılık, İstanbul (2005)
Hikâyede geçen dairenin adını vermeyeceğim. Zira bu zamanda herkes kendisine yöneltilen her tenkidi bütün topluma yapılmış bir tecavüz sayıyor. Asker olsun, farketmiyor. Bir rütbe ve makam işgal eden her asker ve her memur, kendisini devletin temsilcisi görüyor. Böyle olunca, ahlaksız bir memurun rezaletini dile getirmeniz o memura değil de işgal ettiği makama, dolayısiyle devlete hakaret sayılıyor.
Geçenlerde duydum. Adını hatırlayamadığım bir vilayetin emniyet amiri, ordu komutanlığına uzun bir şikâyet dilekçesi yazmış. Yüzbaşı rütbesi taşıyan bu emniyet amiri, delil olarak kalın bir kitabı da dilekçesine ek yapmış. Dediklerine bakılırsa, bu kitap uzun bir romanmış. Romanın her on sayfasında, yüzbaşı rütbesindeki bir emniyet amirinden bahsediliyormuş. Yazar olacak o hain romancı, yüzbaşıyı okuyucusuna daima körkütük sarhoş gezen bir adam olarak tanıtıyormuş. Yüzbaşı davayı kazanmış mı, kitap yasaklanmış mı yasaklanmamış mı, romancı hapsi boylamış mı boylamamış mı bilmiyorum. Her ihtimale karşı, ne olur ne olmaz, devlete hakaret etmiş sayılmamak için hikâyemizde geçen müesseseye “bir daire” diyeceğim.
İşte “bu daire” de, görevine bağlı, çalışkan bir memur vardı. Ne zaman, kimin aracılığı ile daireye girdiği bilinmiyordu. Bilinen o ki; kaç müdür, kaç şef değiştiği halde o hep aynı dairede, aynı derecede ve aynı masada kalmıştı. Kendisini tanıyanlar, onun sırtında paltosu ve dazlak kafasıyla dünyaya geldiğini söyleyerek gülüşüyorlardı.
Hikâyemizin kahramanı, yıllardır hep aynı derecede maaş aldığı halde, bir gün olsun amirlerine sitem etmedi. Ağzı var dili yok, elinden kalem düşmez, başını yazdığı evraktan kaldırmaz, sadık bir devlet memuruydu. Arkadaşlarının alaylı sözlerine kızmaz, onlarla ağız dalaşına girmez, kendi halinde sakin bir adamdı.
Çalışkanlığının ve saf kalpliliğinin dışında kıskanılacak hiçbir mahareti yoktu. Kısa boylu, yüzü çiçek bozuklarıyla çopurlaşmış, kızıl saçları anlına doğru iyice seyrekleşmiş, tombul bir adamdı. Gözleri de biraz bozuktu galiba. Yüzünün iki yanında derin birer çukur ve bu çukur ve bu çukurları besleyen ince kırışıklıklar vardı. Bakışlarında, memur hastalığı sayılan hemoroidin acı ifadesi vardı.
Soyadı “Başmaçnikov” du. Başmaç, fakir kimselerin giydiği adi cins kundura manasına geldiğine göre; kahramanımızın ataları da başmaç giyer, yılda bir kere pençesini tamir ettirirlermiş. Bütün bunlar söylentiden ibaret tabii. Yine söylentilere bakılırsa, memur Başmaçnikov’un adının da soyadı kadar ilginç bir hikayesi var. Adı Akaki Akakiyeviç. Zavallı annesi, lohusa yatağında yatarken, vaftiz babası kalem müdürü Ivan Ivanoviç Yaroşkin’le, vaftiz annesi komiser karısı soylu Anna Semyonovna Belobruşkina başucunda onu tebrik ediyorlar. Seçmesi için üç azizin ismini söylüyorlar: Mok-ki, Sossi, Hozzi… isimlerinden üç zavallının çilekeş ve fakir bir hayat sürdükten sonra Hakk’ın rahmetine kavuştuklarını tahmin etmek zor değil. Annesi, oğlunun çilekeş bir hayat sürmesini arzu etmediği için yüzünü buruşturunca, komiser karısı isimleri beğenmediğini anlamış. Bu sefer rastgele takvim yapraklarını açarak üç isim daha bulmuş: Dulla, Tul-la, Vulla…
Anne bu isimleri de beğenmemiş: -Ne biçim isim bular? Demiş. Komiser karısı sabırlı biriymiş. Takvim yapraklarını açmaya devam etmiş. Karşılarına üç isim daha çıkmış: Pavsa-ki, Ravsaki, Kavsaki… vaftiz anası bile şaşmış bu işe.
-Ne yapalım… demiş, zavallının kaderi kötü. Takvimle bu iş olmayacak. Bari dedesinin ismini koyalım. Nedir dedesinin ismi?
-Annesi içini çekerek: -Akaki… demiş.
Vaftiz babası kalem müdürü Ivan Ivanoviç Yaroşkin’in canı sıkıldığından kestirip atmış:
-Tamam demiş bu isim kulağa daha hoş geliyor. Adı Akaki Akakiyeviç olsun.
Küçük Akaki, suya daldırılırken, ömür boyu yedinci dereceden memur kalacağını hissetmişçesine basmış çığlığı, işte kahramanımızın isim macerasını da böylece bütün teferruatı ile okuyucuya aktarmış olduk. Akaki Akakiyeviç’i dairede kimse ciddiye almaz, saygı göstermezlerdi. Öyle ki, koridordan geçerken odacılar bile ayağa kalkmaz, onu büyük yerine koymazlardı, işine saatinde gelir, başını kaldırmadan verilen dosyaları düzene koyar, resmi yazışmaların kopyasını çıkarırdı, işi getirenin kim olduğuna bakmaksızın kabul eder, bu yüzden masası dosya ve evraklarla dolar taşardı.
Genç memurlar için eğlence kaynağıydı. Ev sahibesi yetmişlik koca karı ile bilmem neler yaptığına dair hikâyeler uydurur; kahkaha ile gülerlerdi. Kağıt parçalarını ufalar, başına serper, “Karyağıyor Akakiyeviç, kar!” derlerdi. O bütün bu tatsız şakalara aldırmaz, kızmaz, kılı bile kıpırdamaz, karşısında kimseler yokmuş gibi işine devam ederdi.
Ancak, ara sıra, memurlardan biri yanından geçerken dirseğini Akakiyeviç’in kalem tutan eline çarpınca yavaşça başını kaldırır:
-Lütfen benimle uğraşmayın, bırakın da işimi yapayım… derdi. Sesinin tonunda öyle acıklı bir mana vardı ki, sanki “Ben sizin kardeşiniz değil miyim? Neden kardeşinizi üzüyorsunuz” diyordu. “Çalışkan bir memur” sözü onu anlatmaya yetmez. Bu adam adeta çalışmak için doğmuştu.
Evrak kopya ederken, dosya düzenlerken sevgilisine mektup yazan aşık gibi özenir; yazıda ve imlada asla hata yapmazdı. Dairede bütün gün masanın başından kalkma-macasına çalışır, bu yetmiyormuş gibi, yarım kalan işleri eve götürür, gece geç saatlere kadar bitirmeye çalışırdı.
Eğer onun yerinde başka bir memur olsaydı, -yani üst makamlarda dayısı bulunan biri olsaydı demek istiyoruz-birkaç derece terfi eder, daire amiri olurdu. Gerçek o ki dairedeki geveze memurların dediği gibi, mükâfatı “eskimiş bir palto ile hemoroid hastalığı” olmuştu.
Akaki Akakiyevic’in çalışma dışında hiçbir merakı ve meziyeti yoktu. Kıyafetine ve dış görünüşüne dikkat etmezdi. Hoş… Etse de yeni bir elbise diktirecek kadar parası yoktu.
Eve gelir gelmez hemen sofraya oturur; lahana çorbasıyla, eti az soğanı bol yahniyi tadına-tuzuna bile bakmadan kaşıklar, karnı şişinceye kadar yerdi. Neden “karnı şişinceye kadar yerdi” dediğimize gelince; onu da açıklayalım: Çünkü garibim ancak midesi şişince doyduğunu anlardı.
Akaki Akakiyevic diğer memur milletine benzemezdi. Onlar akşam yemeğinden sonra günün yorgunluğunu atmak için keselerine uygun bir eğlence yeri ararken; o yazı masasının başına geçer, işten getirdiği evrakı kopya etmeye başlardı. Bunu öyle bir zevkle yapardı ki; kalemini özenle mürekkep hokkasına batırır, harflerin okunaklı olmasına dikkat eder, yaptığı işten zevk alan bir sanatkâr edasıyla noktasını, virgülünü kaçırmadan eserini tamamlardı.
Grameri ve üslubu pek iyi sayılmazdı, ama yazısı oldukça güzeldi. Akakiyevic, iş kolik bir memurdu. Onun gibi işini seven bir düşük dereceli memur daha gösterilemezdi. Dışarıdaki eğlence yerlerine gidemeyecek kadar fakir olan memurlar, kendi aralarında toplanır, kağıt oynar, çay içer, yüksek sosyetenin dedikodusunu yaparlardı. Akaki Akakiyevic bu tür ev gezmelerinden de hoşlanmazdı.
Akakiyevic gibi yılda beş yüz rublenin altında geliri olan memurların en büyük düşmanı “kara kış”idi. Sabahleyin işe gitmek için evlerinden çıktıkları zaman “kuzey rüzgârı” bütün şiddetiyle bu zavallıcıkların iliklerine işler, yüzlerini morartırdı. Fukaralar, burunları uyuşmuş gözleri yaşarmış olarak daireden içeri kendilerini zor atarlardı.
Akaki Akakiyevic’in kuzey soğuğu ile başı oldukça dertteydi. Evle daire arasındaki yolu ne kadar hızlı yürürse yürüsün; kafasının uyuşmasına, omuzlarının sızlamasına engel olamıyordu. Bir hayli düşündükten sonra, bunun eskiyen ve artık rüzgâra karşı yıpranan paltosundan kaynaklandığını keşfetmişti. Buna “palto” demek için bin şahit lazımdı. Zaten daire arkadaşları da ona “Akaki’nin sabahlığı” diyorlardı. Sırtı ve omuz başları iyice büzülmüş, alttan astarı görünüyordu. Yaka ve kol yamaları bile eskimişti.
Paltosunun bu perişan halini gören Akakiyevic, onu bir kere daha terzi Petroviç’e götürmeye karar verdi. Petroviç bir gözü sakat, yüzü çiçek bozuğu, sarhoş bir memur terzisiydi. Ayık olduğu zamanlar çok güzel yama yapar, frak ve paltoları ters-yüz eder, müşterisini yeni elbise almaktan kurtarırdı. Petroviç, azatlı bir derebeyi kölesiydi. Terziliği de, kölelerin elbiselerini yamarken öğrenmişti. Şimdi köhne bir apartmanın dördüncü katının, arka merdivenlerine bakan bir odasında oturuyordu. Karısı hakkında çok az bilgi edinebildik. Bildiğimiz kısa boylu, şişman, kısır ve çirkin yüzlü bir alman karısı olduğu. Başına eşarp takmaz, başlık giyermiş. Tembel bir kaşık düşmanıymış. Petroviç’in karısını güzel görmek için sarhoş gezdiğini söylüyorlar.
Akaki Akakiyevic, terzi Petroviç’in dairesine çıkarken sıkı bir pazarlık yapmaya karar vermişti. “Bu sarhoş herife verecek bir kuruş fazla param yok” diyordu içinden. Merdivenleri çıkarken nerdeyse ayağı kayıp aşağı düşecekti. Merdivenler, Petersburg’daki bütün arka merdivenler gibi bulaşık suyundan nasibini almış pis ve kaygandı. Havada insanın genzini yakan bir amonyak kokusu vardı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, terzi karısının pişirdiği bayat balık kokusu ortalığı sarmıştı. Dumanlı balık kokusundan hamam böcekleri bile rahatsız olmuş, deliklerine kaçmışlardı. Dış kapı açıktı. Mutfakta balık pişiren kadın, duman bulutu içinde zor farkediliyordu. Akakiyevic doğruca Petroviç’in çalıştığı odaya geçti. Terzi boyunda bir çile iplik asılı, yalınayak bağdaş kurmuş, dizlerine serili eski bir memur frakını yamamaya çalışıyordu. Homurdanışından, elbise ile başı dertte olduğu anlaşılıyordu.
-insanı meslekten nefret ettiriyorlar! Yama tutacak hali mi kalmış bunun? Çöplüğe atılacak şeyi bana getiriyorlar…
Akaki Akakiyevic, ters bir zamanda geldiğini anladı. İçki bulamadığı zamanlar, Petroviç anlaşılması zor bir adam olup çıkıyordu. Karısının ifadesiyle “gözü bulanık iblis zıkkımlandığı zaman” kedi gibi uysallaşır, verilen ücrete razı olur, selam çakar, yerlere kadar eğilir, teşekkürler yağdırırdı. (s.15-16-17-18)
Gogol Nikolay Vasilyeviç – (1809-1852). Bir Delinin Hatıra Defteri, (çev. Ali Çankırılı) Prizma Pres Matbaacılık, İstanbul (2005)
Bir Cevap Yazın