
Selver bir tanrı.
Küçük yeşil kocakarı böyle söylemişti, sanki herkes biliyormuş gibi, Bilmemkim bir avcı dermiş gibi basit bir şekilde. “Selver sha’ab ne demekti, acaba? Athsiheliler’in günlük konuşma dili olan Kadın Dili’indeki birçok kelime tüm topluluklarda aynı olan Erkek Dili’nden geliyordu ve bu kelimeler çoğu kez sadece çift heceli değil, aynı zamanda çift anlamlıydı da. Bozuk para gibi; yazı ve tura. Sha’ab tanrı ya da çok yanlı varlık ya da güçlü varlık anlamına geliyordu; aynı zamanda gayet farklı bir anlamada geliyordu, fakat Lyubov ne olduğunu hatırlamıyordu. Düşüncesinin bu aşamasında, bungalovunda evindeydi ve sadece Selver’le birlikte dört aylık yorucu fakat uyumlu çalışma sonunda hazırladıkları sözlüğe bakması yeterliydi. Tabii: sha’ab, çevirmen.
Nerdeyse fazla uygun, fazla iki anlamlı.
İki anlam bağlantılı mıydı? Çoğu kez öyle olurdu, yine de bir kural oluşturacak kadar sıklıkla değil. Bir tanrı çevirmense, neyi çevirirdi?
Selver, gerçekten, yetenekli bir yorumlayıcıydı, fakat o yeteneğin dışavurumu, dünyasına tam anlamıyla yabancı bir dilin girmiş olmasıyla bir rastlantı sonucu mümkün olmuştu ancak. Sha’ab düş ve felsefe dilini, Erkek Dili’ni günlük konuşmaya çeviren miydi? Fakat, tüm Düşgörenler yapabilirdi bunu. Peki imgelemi uyanık hayata çevirebilen olabilirmiydi: Athshliler için aynı derecede önemli, bağlantıları yaşamsal ama muğlak olan iki gerçeklik arasında, düş-zamanla dünya-zaman arsında köprü görevi yapan. Köprü: Bilinçaltı algılarını yüksek sesle söyleyebilen. O dilde “söylemek” yapmaktır. Yeni bir şey yapmak. Değiştirmek ya da değiştirilmek, temelinden, köklerinden. Çünkü, kök düştür.
İki anla
Ve çevirmen tanrıydı. Selver halkının diline yeni bir kelime sokmuştu. Yeni bir şey yapmıştı. Kelime, fiil, öldürme. Sadece bir tanrı Ölüm gibi büyük bir yabancıyı dünyalar arasındaki köprüden geçirebilirdi.
Fakat, kendisi gibi insanları öldürmeyi kendi zulüm ve mahrumiyet düşlerinden mi, yoksa yabancıların düşlenmemiş hareketlerinden mi öğrenmişti? Kendi dilini mi konuşuyordu yoksa Yüzbaşı Davidson’unkini mi? Kendi acılarının köklerinden yükseliyor gibi görünen ve kendi değişmiş varoluşunu ifade eden şey, aslında, kendi ırkından yeni bir halk yaratmayacak, onları yok edecek bir enfeksiyon, yabancı bir veba olabilirdi.
“Ne yapabilirim?” diye düşünmek Raj Lyubov’un doğasında yoktu. Karakteri ve eğitimi başkalarının işine karışmasına izin vermezdi. İşi ne yaptıklarını bulmak, eğilimi de yapmaya devam etmelerine izin vermekti. Aydınlatmaktan çok aydınlanmayı, Gerçek’ten çok olguları aramayı tercih ederdi. Fakat en misyoner olmayan ruh bile, eğer duyguları yokmuş gibi yapmıyorsa, zaman zaman görevini yapmakla boş vermek arasında bir seçimle karşı karşıya kalır. “Ne yapıyorlar?” birdenbire, “Ne yapıyoruz?”, sonra da, “Ne yapmalıyım?” haline gelir.
Böyle bir seçim noktasına geldiğini biliyordu, fakat bunun kesin olarak nedenini ya da ne gibi seçenekleri bulunduğunu bilmiyordu.
Şu anda, Athsheliler’in hayatta kalma şanslarını artırmaktan daha fazlasını yapamazdı; Lepennon,Or ve yanıtlayıcı, yaşadığı süre içinde yapıldığını görmeyi umduğundan daha fazlasını yapmıştı. Arz’daki yanıtlayıcı aracılığıyla kurulan iletişimde Yönetim hep kararlıydı; Albay Dongh emirleri görmezlikten gelmek konusunda adamlarının bazıları ve ağaçkesim yetkililerince baskı altında olmasına rağmen emirleri yerine getiriyordu.
Sadık bir subaydı, ayrıca Shackleton emirlerin nasıl uygulandığını görmek ve rapor etmek için geri gelecekti. Eve giden raporlar önemliydi ve bu yanıtlayıcı, machina ex machina, koloninin eski rahat özerkliğini önlemeye yarıyor ve yaptığınız hakkında yaşam süreniz içerisinde cevap almanıza yol açıyordu. Hata için artık 54 yıllık bekleme payı yoktu. Yöntem artık durağan değildi. Artık Dünyalar Birliği’nin bir kararı, koloniyi bir gecede tek Bölge’yle sınırlayabilir, ağaç kesimini yasaklayabilir, ya da yerlilerin öldürülmesini teşvik edebilirdi – kim bilebilir! Birlik’in nasıl çalıştığı, ne tip yöntemler geliştirdiği Yönetim’in kesin emirlerinden şimdilik çıkarsanamazdı. Donkh bu çok seçenekli yarınlar yüzünden endişeliydi, fakat Lyubov’un hoşuna gidiyordu. “Çokluk içindedir yaşam ve yaşamın olduğu yerde umut vardır” inancının genel toplamıydı bu, doğrusu mütevazı bir inanç.
Kolonistler Athsheliler’i, onlar da kolonistleri rahat bırakmıyorlardı. Sağlıklı bir ortamdı, gerek olmadıkça bozulmamalıydı. Bunu bozabilecek tek şey korkuydu.
Şu anda, Athsheliler’in hala şüphede ve kızgın olmaları beklenebilirdi ama, çok korkuyor olamazdılar. Centralville’in Smith Kampı katliamı haberinden duyduğu paniğe gelince, bunu canlandıracak hiçbir şey olmamıştı. O zamandan beri hiçbir Athsheli, hiçbir yerde şiddet göstermemişti; kölelerin gitmesiyle yaratıkcıklar yeniden ormanlarında yok olmuşlardı ve artık yabancı korkusunun yarattığı sürekli öfke yoktu. Kolonistler, en sonunda rahatlamaya başlıyorlardı.
Lyubov, Tuntar’da Selver’i gördüğünü rapor etseydi, Dongh ve diğerleri telaşlanacaklardı. Selver’i yakalayıp mahkemeye çıkarmakta ısrar edebilirlerdi. Koloni kuralları, bir gezegen topluluğunun diğerinin kurallarına göre dava edilmesini yasaklıyordu, fakat Askeri Mahkeme bu tip ayrımları çiynerdi. Yargılar, suçlu bulur ve Selver’i kurşuna dizerlerdi. Kanıt vermek gerekirse, Davidson’u Yeni Java’dan geri getirirlerdi. Of, hayır, diye düşündü Lyubov, elindeki sözlüğü karışık olmayan bir rafa iterken. Of, hayır, diye düşündü ve bu konuda daha fazla da düşünmedi. Böylece seçimini, bir seçim yaptığını bile bilmeden yaptı.
Ertesi gün kısa bir rapor verdi. Bunda Tuntar’ın hayatına her zamanki gibi devam ettiğini yazdı ve geri çevrilip tehdit edildiğini yazmadı. Rahatlatıcı ve Lyubov’un şimdiye dek yazdığı en doğru olmayan rapordu. Önemli olan her şeyi atlıyordu: Başkadın’ın ortaya çıkmayışı, Tubab’ın Lyubov’a selam vermeyi reddedişi, köyde çok sayıda yabancı oluşu, genç avcıkızın yüzündeki ifade, Selver’in varlığı.
… Tabii bu sonuncusu bilerek yapılmış bir atlamaydı, fakat rapor bunların dışında gayet doğruydu, diye düşündü; bir bilimadamının yapması gerektiği gibi, sadece öznel izlenimlerini atlamıştı. Raporu yazarken feci bir migren tutmuştu, teslim ederkense daha da fenası.
O gece bir çok düş gördü ama düşlerini sabahleyin hatırlayamadı: Tuntar’ı ziyaretinden sonraki ikinci gece, geç saatte uyandı ve alarm sireniyle histerik çığlıklar ve patlayıcıların gümbürtüsü içinde, en sonunda, neyi görmeyi reddettiğini fark etti. Centralville’de, habersiz yakalanmayan tek kişiydi. O anda, ne olduğunu anladı: vatan haini.
Ve zihninde hala bunun bir Athsheli saldırısı olduğu açık değildi. Bu gece terörüydü.
Diğer evlerden uzak, bahçe içindeki kendi kulübesi görmezden gelinmişti: belki etrafındaki ağaçlar korumuştu kendisini, diye düşündü dışarıya çıkarken. Köyün merkezi tamamen alevler içindeydi. MK’nın taş kübü bile kırık bir ocak gibi içten içe yanıyordu. Yanıtlayıcı oradaydı: o değerli köprü. Helikopter Limanıyla Alan yönünde de alevler vardı. Patlayıcıları nereden bulmuşlardı? Alevler nasıl her yerde bir anda yükselebilmişti? Ana Cadde’nin iki tarafındaki tahta binaların hepsi yanıyordu; yangının çıkardığı ses çok korkunçtu. Lyubov alevlerin üzerine doğru gitti. Yerleri su basmıştı; önce bunun ateş hortumundan olduğunu düşündü, sonra evler o iğrenç içe çekilme gümbürtüsüyle yanarken, Menend nehrinin sularının ana borudan yararsızca aktığını fark etti. Bunu nasıl yapmışlardı? Bekçiler vardı, Alan’daki jiplerde her zaman bekçiler vardı… Patlamalar: yaylım ateşleri, bir tabancanın takırtısı. Küçük figürler Lyubov’un etrafında koşuşuyorlardı, fakat o, onların arasından, onları pek düşünmeden koştu. Şu anda Yurt’un hizasındaydı, kapının önünde duran, arkasındaki titrek alevler, önünde açık bir kaçış yolu olan bir kız gördü. Kız hareket etmedi. Lyubov ona bağırdı ve sonra da ona, bahçeye doğru koştu, kızı kuvvetle iterken, yumuşak bir şekilde “Hadi, tatlım, hadi” diyerek, kızın panik içinde yapıştığı kapı pervazlarından ellerini kurtarmak için bileğini kıvırdı. Kız o zaman hareket etti, ama yeteri kadar çabuk değil. Bahçeyi geçerlerken, üst katın içten yanan cephesi yavaşça öne devrildi, yıkılan çatının tahtalarını öne itti. Tahta kiremitlerle kirişler gülle parçaları gibi patladı; tutuşmuş bir kirişucu Lyubov’a çarptı ve onu yere düşürdü. Ateşışığıyla aydınlatılmış çamur gölünde yüzüstü kaldı. Küçük yeşil tüylü bir avcıkızın sıçradığını, kızı geriye doğru çektiğini ve boğazını kestiğini görmedi. Hiçbir şey görmedi. ( s. 85-86-87-88-89 )
K. Le Guın Ursula (2017).Dünyaya Orman Denir, (çev. Özlem Dinçkal) Metis Yayınları, İstanbul
Bir Cevap Yazın