George Orwell – Paris ve Londra’da Beş Parasız

Zaman geçiyordu ama Jehan Cottard Hanı pek açılacak gibi durmuyordu. Boris ile birlikte, bir gün öğleden sonra mola saatimizde bakmak için oraya gittik; müstehcen resimlerin dışında hiçbir değişiklik yapılmamıştı. Artık bekleyen iki değil üç ödeme emri vardı. Patron bizi her zamanki mülayimliğiyle selamladı, hemen sonra da benden(yani müstakbel bulaşıkçısından) beş frank ödünç aldı. Bunu yaşadıktan sonra da o restoranın konuşmaktan ileriye gidemeyeceğinden emin oldum. Ancak patron iki hafta sonra kesinlikle açılacağını tekrarladı. Bizi bir buçuk metre boyunda büyük kalçaları olan bir kadınla tanıştırdı. Baltık Denizi’nin kıyısında bir Rus’tu. Yemekleri bu kadın pişirecekmiş. Kadının anlattığına göre, aşçılığa düşmeden önce şarkıcıymış, sanatçı ruhlu biriymiş, İngiliz edebiyatını ve özellikle de “Tom Amcanın Kulübesi” romanını çok severmiş.

İki haftada bulaşıkçıların gündelik hayatına o kadar alışmıştım ki farklı bir şey hayal bile edemiyordum. Çok fazla çeşitliliği olmayan bir hayattı. Altıya çeyrek kala aniden uyanıp yağdan kaskatı olmuş giysileri giyersin. Pis bir yüz ve sana karşı direnen kaslarınla dışarı fırlarsın. Daha şafak vaktidir ve işçi kahvelerininkiler haricindeki pencerelerde ışık yoktur. Gökyüzü, üzerine siyah kâğıttan çatı ve kule resimleri yapıştırılmış kobalt mavisi geniş ve düz bir duvar gibidir. Uykulu gözleriyle çöpçüler, üç metrelik süpürgeleriyle kaldırımları süpürürler, giysileri paçavraya dönmüş kişiler de aileleriyle çöpleri karıştırırlar. İşçiler ve bir elinde bir çubuk çikolata, diğerinde bir croissant olan genç kızlar metro istasyonlarına akın ederler. Çoğunluğu işçilerden oluşan yolcularıyla tramvaylar kasvetli bir şekilde geçip giderler. Aceleyle durağa koşarsınız, bir yer bulmak için savaşırsın(Sabah altıda Paris metrosunda yer bulmak için insanın gerçek bir mücadele vermesi gerkir). Sarsılarak yolculuk eden bir kalabalığın içine sıkışırsın, ekşi ekşi şarap ve sarımsak kokan korkunç bir Fransız ile burun burunasındır. Daha sonra, otelin bodrum katındaki o labirente inersin ve saat ikiye kadar gün ışığını falan unutursun, hâlbuki o sırada insanı ısıtan bir güneş vardır dışarıda ve şehir insanlarla ve arabalarla doludur.

Oteldeki ilk haftamdan sonra, öğleden sonra molasını daima uyuyarak ya da param olduğu zamanlarda bir bistroda geçirdim. İngilizce derslerine giden birkaç hırslı garson dışında tüm çalışanlar boş zamanlarını böyle ziyan ederdi; sabahki koşuşturmadan sonra, insan daha iyi bir şey yapacak kadar canlı hissetmezdi kendini. Bazen, beş altı bulaşıkçı bir araya gelir, felekten bir gün çalmaya karar verirler ve Sieyes Sokağı’ndaki mide bulandırıcı bir geneleve giderlerdi. Ücret sadece beş frank yirmi beş santimdi(on buçuk peni eder). Geneleve le prix fixe(Fr. sabit fiyat) adını takmışlardı. Orada yaşadıklarını büyük bir keyifle anlatırlardı. Otel çalışanları arasında gözde bir buluşma yeriydi. Bulaşıkçıların kazandığı, evlenmelerine yetecek bir para değildi. Ve tabi ki bodrum katında çalışmak bir insanda zarif duygular geliştirecek bir şey değildi.

Bulaşıkçı, dört saat daha bodrum katında geçirdikten sonra, terleyerek kendini sokağın serinliğine bırakır. Sokak lambaları, Paris’in o tuhaf morumsu renk tonlarında ışıklar saçan lambaları yanmıştır. Nehrin diğer tarafında Eiffel Kulesi baştan aşağı, ateşten yapılmış devasa yılanlar gibi zikzaklar çizen ışıklı ilanlarla parıldar. Arabalar akın akın, bir o yana bir bu yana sessizce ilerler, loş ışıkta muhteşem görünen kadınlar pasajlarda salınırlar. Ara sıra da olsa bir kadının Boris’e ya da bana göz ucuyla baktığı, yağlı giysilerimizi fark edince bakışlarını hemen başka yöne çevirdiği olurdu. Metroda bir mücadele daha vererek, kaldığımız otele saat onda varırdık. Genellikle saat ondan gece yarısına kadar, bizim sokakta bulunan ve Arap gemicilerin uğrak yeri olan, bodrum katında bir bistroda vakit geçirirdim. Kavga dövüşün eksik olmadığı, kötü bir yerdi. Zaman zaman havada şişelerin uçtuğunu gördüğüm olurdu. Bir defasında oldukça korkmuştum ancak genel olarak Araplar kendi aralarında dövüşür ve Hristiyanları kendi hallerine bırakırlardı. Arap içkisi rakı çok ucuzdu ve bistro sürekli açıktı çünkü Araplar, şanslı herifler, gün boyu çalışıp tüm gece içebilecek güçteydiler.

Bu, tipik bir bulaşıkçı yaşamıydı ve o zamanlar kötü bir yaşam gibi gelmiyordu. Yoksulluğumu hissetmiyordum çünkü kiramı ödedikten, tütün, yol parası ve Pazar gününün yemek parası için yetecek kadar kenara ayırdıktan sonra elime içki için günde dört frank kalıyordu ve dört frank bir servetti. Bir tür, anlatması zor ama ağır bir memnuniyet duygusu yaşıyordum; son derece sadeleşmiş bir yaşamda iyi beslenen bir hayvanın hissedebileceği türden bir memnuniyet duygusu. Çünkü hiçbir şey bir bulaşıkçının hayatından daha sade olamaz. Bulaşıkçı, dış dünyanın pek bilincinde olmadan, bir şey düşünmeye zaman bulamadan, işle uyku arasında mekik dokurcasına bir yaşam sürer. Onun Paris’i otel, metro, birkaç bistro ve yatağına indirgenmiş bir Paris’tir. Dolaşmaya gidiyorum dediyse, en fazla birkaç sokak öteye kadar gitmiştir ve dizlerine oturttuğu bir hizmetçi kız istiridye ve birayı mideye indiriyordur. Bulaşıkçı, izin gününde öğleye kadar yatar, sonra temiz bir gömlek giyer ve bir kadeh içkisine zar atmaya gider. Öğle yemeğinden sonra yine yatağına döner. İş, içki ve uykunun dışında hiçbir şey onun için tam anlamıyla gerçek sayılmaz ve bu üç şey arasında uyku en önemlisidir.

Bir gece, gece yarısından sonra, tam da penceremin altında bir cinayet işlendi. Dehşete düşüren bir haykırışlar uyandığımda pencereden, aşağıda taşların üzerinde uzanmış yatan bir adam gördüm. Sokağın sonunda kaçmakta olan üç katili de görebiliyordum. Bir kaçımız aşağı indik ama adamın çoktan ölmüş olduğunu anladık. Kafatası bir kurşun boruyla yarılmıştı. Kanının rengini hala hatırlarım, tuhaf bir kızıl renkteydi, tıpkı şarap gibi. O akşam işten otele döndüğümde kan hala taşların üzerindeydi ve söylenenlere göre, kilometrelerce uzaktan okul çocukları buna bakmaya gelmişler. Ancak şimdi geriye dönüp bakarken bu olayın beni en çok sarsan yanı,  cinayetten üç dakika sonra yatağa girip uykuya dalmış olmam. Sokağa çıkanların çoğu da benim durumumdaydı; tek yaptığımız adamın öldüğünden emin olup, hemen yataklarımıza geri dönmek olmuştu. Hepimiz çalışan insanlardık ve bir cinayet için uykumuzu telef edemezdik. Otelde çalışmak, bana uykunun gerçek değerini açlıktan öğretti, tıpkı yiyeceğin gerçek değerini açlıktan öğrendiğim gibi. Uyku, sadece fiziksel bir zorunluluk değil, şehvet gibi bir şey, rahatlamaktan ziyade zevk peşinde koşmak gibi bir şeydi artık. Tahtakurularıyla sorunum kalmamıştı artık. Mario güvenilir bir çözüm önermişti, çarşaflara bolca karabiber dökmek. Bu beni çok hapşırttı ama tahtakuruları bundan nefret ettikleri için başka odalara göç ettiler.

(s.103-104-105-106-107)

Orwell,George(2021). Paris ve Lodra’da Beş Parasız, (çev. Ayşegül Çakır Oruç), Venedik Yayınları,Ankara

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: