
Gelecek sene emekliye ayrılacak. Ders notlarını, onları hazırlarken yararlandığı kitaplar, makalelerle ilgili yazıları şimdiden atıyor, hayatını sarmalayan her şeyden sıyrılarak yazma projesi için yer açıyor; böylece bunu daha fazla erteleyecek hiçbir bahanesi kalmayacak. Dosyalarını, defterlerini toparlarken Henri Brulard’ın Yaşamı’nın başlarındaki bir cümleye denk geliyor, “Yakında elli yaşını dolduruyorum, kendimi tanıma zamanı geldi geçiyor.” Bu cümleyi defterine not ettiğinde otuz yedisindeydi, şimdi Stendhal’ in yaşını yakalamış hatta geçmiş.
2000 yılı kapıya dayanmıştı. Bunun bize nasip olacağına inanamıyor, bu günleri göremeden ölenler için üzülüyorduk. Bu geçişin öylesine sıradan bir şekilde gerçekleşeceğini aklımız almıyordu, bir bilgisayar “virüs” ü, bütün gezegeni altüst edecek bir karışıklık, dünyanın sonunun habercisi olan bir tür kara delik, içgüdüsel vahşiliğe geri dönüleceği söylentileri dolaşıyordu. 20. Yüzyıl bilanço üstüne bilançoyla kapanıyordu, her şey sayıp dökülüyor, sınıflanıyor, değerlendirmeye, sıralamaya tabi tutuluyordu: keşifler, edebi ve sanatsal eserler, savaşlar, ideolojiler… Sanki 21. Yüzyıla beyaz bir sayfa açarak, boş bir hafızayla girmeye mecburduk. Her şeyin hesabını vermeliydik, heybetli ve suçlayıcı bir zaman bütün ağırlığıyla üzerimize çöküyor, bizim için asla “yüzyıl” diye yekpare bir bütün olmayan, hayatımızdaki değişikliklere göre kimi öne çıkan, kimiyse sıradan bir şekilde akıp giden seneler içindeki anılarımızı elimizden alıyordu. Önümüzdeki yüzyılda, çocukluğumuzda tanıdığımız ve artık aramızda olmayan anne babalar, büyükanneler, dedeler tamamen ölmüş olacaktı. Geride bıraktığımız ‘90’ların bizim için özel bir anlamı yoktu. Gerçeklerle yüz yüze gelme seneleriydi. ABD’nin insanları açlığa mahkum ettiği, sürekli bombardıman tehdidi altında tuttuğu, ilaçsızlıktan çocukların hayatını kaybettiği Irak’ta yaşananları görmüştük; Gazze’de ve Batı Şeria’da, Çeçenistan’da, Kosova’da, Cezayir’de ve diğer yerlerde bütün olup bitenlerin üzerine, Camp Davit’de Arafat’la Clinton’ın el sıkışmasını, müjdelenen “yeni dünya düzeni”ni, tankın üzerindeki Yeltsin’i unutmak daha iyiydi. Pek bir şey hatırlamamayı tercih etmiştik; belki sadece şimdi çok uzaklarda kalan, ‘95Aralık’ının puslu akşamları hariç; yüzyılın son büyük greviydi hiç şüphesiz. Ve bir de Alma Köprüsü’nde arabada öldürülen mutsuz prens Diana, mavi elbisesi Biil Clinton’ın spermiyle lekelenen Monika Lewinsky vardı. Tabi asıl, hatırlamak istediğimiz Dünya Kupası’ydı. Anlaşılan insanlar, her maçla birlikte o pazar gününe, çığlık çığlığa ve büyük coşku içinde, kazanmış olmanın mutluluğuyla adeta (ölümün tastamam zıddı olmakla beraber) hep birlikte ölebileceğimiz o ana uzanan birkaç hafta boyunca, o meraklı bekleyişi yeniden yaşamayı, vızır vızır pizza teslimatı yapan moto-kuryelerin dışında sokaklarda nerdeyse kimsenin dolanmadığı, suskunluğa gömülen büyükşehirlerde televizyonların karşısında toplaşmayı, yine tek bir arzuya, tek bir hayale, tek bir hikayeye teslim olmayı çok özlemişti. Bu göz kamaştırıcı günlerin müstehzi bakiyesi, metro istasyonlarının duvarlarına asılı Evian suları ve Leader Price ekonomik marketlerinin reklam afişlerindeki Zidane’ın yüzü oldu.
Önümüzdeyse hiçbir şey yoktu.
Son yaz da –o sıra her şey “son”du– gelmişti. İnsanlar bir kere daha bir araya geliyordu. Öğle vakti ayın güneşi perdeleyişini seyretmek için arabalarla kafileler halinde Manş’ın kayalık sahillerine doğru akın ediyor, Paris’in parklarında toplaşıyorlardı. Serinlik ve alacakaranlık çöküyordu. Bir yandan güneşin yeniden görünmesi için sabırsızlanıyor, bir yandan da bu tuhaf loşluğun içinde kalmayı arzu ediyorduk; adeta insanlığın yok oluşunu hızlandırılmış olarak yaşama hissiydi bu. Siyah gözlüklerin arkasındaki gözlerimizin önünde milyonlarca kozmik yıl geçiyordu. Gökyüzünde çevrilmiş kör yüzler, bir tanrının ya da kıyametin beyaz atlı şövalyesinin gelmesini bekler gibiydi. Güneş yeniden ortaya çıkıyor, insanlar alkışlıyordu. Bir sonraki güneş tutulması 2081’deydi, onu göremeyecektik.(s. 190-191-192)
Ernaux, Annie,(2008). Seneler,(çev. Siren İdemen), Can Yayınları, İstanbul.
Bir Cevap Yazın