“İnsan dilde ışıldar. Burada ışık, tüm varolanlara varlığını kazandıran şeydir. İnsani deneyimin dilsel olması, insanın dilde yaşaması, kendisini dilde bilmesi, tanıması anlamına gelir. İnsanın özünü gerçekleştirmesi yönünde bir ‘imkan olarak dünya’yı, bu yüzden ‘bir imkan olarak dil’ şeklinde anlamakta bir sakınca yoktur. Fakat gündelik yaşamamızda dil ile olan ilişkimiz, dili kolaylıkla kullandığımız bir araç olarak görme eğilimimiz tarafından belirlenir. Bu doğrultuda, dil, düşüncelerimizi kendisi aracılığıyla ilettiğimiz, denetimimiz altındaki bir işlevsellik olarak kavranır. Fakat bu işlevselliğin dildeki gerçekleşme biçimini anlamaya yöneldiğimizde, ses ve düşünce bileşiği olarak görünüşe çıkan dilin kendiliğindenliği ile karşılaşırız. Sesin düşünce ifade edebilecek şekilde eklemlenmesi ya da daha doğrusu düşünce ve sesin eklemlenmedeki birleşimi -ki bu insan varlığının açık kılınma anıdır- dilin kökenine ait bir olup bitmedir. Dilin kökeni, dilde kayıtlı olmadığı için bizim açımızdan bilinemez olarak kalır; dolayısıyla dilin biçimini belirleyen, ese ve düşüncenin kökensel eklemlenmesindeki işlevselliği ele geçirme çabalarımız boşa çıkar” (s. 8-9).
“Dilde yaşamak, sözcükleri seslemek ve sözcükleri işitmek, dilin sonsuzca süregiden anlamlama zincirinin içerisine dahil olmak demektir. Göstergenin, varoluşunu kendisine borçlu olduğu anlamlama edimi, göstergenin özsel ayrımını, gösteren ile gösterilen arasındaki yarılmayı kapatma yönündeki tüm insani girişimimizi temsil eder. Bu girişimde, insanın özü dile gelir. İnsanın özü, insan ister tür varlığı isterse birey olarak alınsın, dile gelmekle ve dile geldiği ölçüde varolur. Dilin anlamlama zinciri içerisine dahil olmakla, bireysel varoluşumu gerçekleştiririm. Benim konuşmam, benim sözüm, benim ‘söylem’imdir. Söylem, bireyin bir yaşama pratiği olarak kendisine malettiği, özümsediği dil‘idir. Bir ben olarak onun hakikati, onun söylem’indedir. Bu bakımdan insan, bireysel söz olmayı başaramadığı yerde kendi hakikatinden kopar, kendisi olma hakkından el çeker. Şüphesiz o, dilin açtığı açıklıkta bir bilinç varlığı olarak yaşamasını sürdürür; fakat tam anlamında özbilinçli varlık haline gelemez. O, dil içinde durduğu yeri ve dolayısıyla dünya içinde durduğu yeri bilemez. Bunu bilmek istemediği gibi, bilme ihtiyacı da duymaz. Oysa ki, özbilinç olarak insanın kökeni, dil aracılığıyla kendisini açığa vuran ‘ben’den başka bir yerde bulunmaz.
Hakiki insan varoluşuna giden yol, felsefi varoluş, ‘dilde yaşama’nın özgün bilincidir. ‘Anlam veren varoluş’ olarak insan hakkında düşünme, daima zorunlu olarak dile çıkar ve bu da, dile özel bir dikkat yöneltmeyi talep eder. Bu talebin ortaya çıkışı ve uygun karşılığını bulması, felsefede bir paradigma değişikliğine yol açacak şekilde, XX. yüzyılda gerçekleşir. ‘Ne bilebilirim?’ sorusu yerini ‘Ne anlayabilirim?’ sorusuna bırakır. Dile yönelik ilgi, modern bir ilgidir ve anlamla kuşatılmış modern insanın, kendisine ilişkin ifade edilmemiş bir anlam arayışını yansıtır. Bu yönde tarihsel açıklamalara girişmeksizin, şunu söylemekle yetinebiliriz: Zamanımızda dil, içinde yaşadığımız dünyayı kavramamızda çevresel bir araç olmaktan çıkıp, dünyada varolmamızın özsel boyutu haline gelmiştir” (s. 14-15).
Altuğ, Taylan (2008). Dile Gelen Felsefe, YKY, İstanbul.
Bir Cevap Yazın