“Spekülatif sistematikleştirme yoluyla bir bütünlüğü hedefleyen felsefi tefekkür açısından, yani Platon’dan Hegel’e klasik felsefe açısından şehir kesinlikle ikincil bir tema ya da herhangi bir konu değildi, bundan çok daha fazlasıydı. Felsefi düşünce ile kent hayatı arasındaki bağlar -bunları açıklamak hala gerekse de- düşünüm sürecinde açıkça görülür. Site ve şehir, filozoflar ve felsefe açısından basit bir nesnel koşul, sosyolojik bir bağlam, dışsal bir veri olmamıştır. Filozoflar şehri düşündüler; kent hayatını dile döktüler ve kavramsallaştırdılar.
Doğu şehrinin, Asya tipi üretim tarzının, bu üretim tarzında ‘şehir-kır’ ilişkilerinin ve nihayet, bu temelde ideolojilerin (felsefelerin) oluşumunun gündeme getirdiği sorunları bir yana bırakalım. ‘Batılı’ denen toplumların ve uygarlıkların kaynaklandığı antik (Yunan ya da Roma) şehri ele alalım. Bu şehir genel olarak bir sinoesizmin, yani bir toprak üzerinde yerleşmiş birçok köy ya da kabilenin birliğinin sonucudur. Bu birlik, iş bölümünün ve menkul (para) mülkiyetinin gelişimini sağlarken, toprağın kolektif, daha doğrusu ‘ortakçı’ mülkiyetini yok etmez. Böylece oluşan ortaklığın bağrında, özgür yurttaşlardan oluşan bir azınlığın diğer site üyeleri -kadınlar, çocuklar, köleler, yabancılar- üzerinde iktidar kurması vardır. Site, bir araya gelmiş unsurlarını, kölelerle karşıtlık ilişkisi içinde olan faal yurttaşların ortak mülkiyet biçimiyle (‘ortak özel mülkiyet’ ya da ‘özelleştirici sahiplenme’) birleştirir. Bu bir araya gelme tarzı bir demokrasi oluşturur, fakat bu demokrasinin ögeleri son derece hiyerarşiktir ve bizatihi site birliğinin gereklerine tabidir. Bu, özgürlüksüzlüğün demokrasisidir (Marx). Antik sitenin tarihi boyunca, doğrudan doğruya özel mülkiyet (paranın, toprağın, kölelerin özel mülkiyeti) güçlenir, yoğunlaşır, ama bu durum sitenin toprak üzerindeki haklarını ortadan kaldırmaz” (s. 45-46).
Lefenbvre, Henri (2016). Şehir Hakkı, (çev. Işık Ergüden), Sel Yayıncılık, İstanbul.
Platon’un Atlantis’i
Bir Cevap Yazın